24 Ağustos 2011 Çarşamba

The Dark Tower: The Wind Through the Keyhole


Kitabın içeriği ile ilgili özet bilgiyi yazımızda bulabilirsiniz.

THE WIND THROUGH THE KEYHOLE Kara Kule’yi bulma macerasındaki Roland’ın genç ve yaşlı halini görebileceğimiz hikâye içinde bir hikâye kitabı. Seriyi bitirmiş okuyucular Roland ve Ka-Tet’inin Emerald City’den ayrışılından Calla Bryn Sturgis’in sınırına varana dek yaptıkları yolculuğu keşfedecekler.

Roman “Matruşka” diyebileceğimiz bir kurguya sahip; hikâye içinde hikâye ve onun da içinde hikâye şeklinde tanımlanıyor. Kara Kule 4 ve 5 arasında yerini alacak olan kitap Roland ve Ka-Tet’inin Işının Yolu’nda önlerine çıkan zorluklara karşı gelmeleri üzerine yoğunlaşıyor. Roland kitapta silahşörlüğünün ilk zamanlarından, annesinin ölümünü izleyen suçluluk duygusu içindeki ilk yılından bir hikâye anlatacak. Babası tarafından tehlikeli bir şekil değiştirici olan “skin man”i sorgulamak için yollanan Roland, canavarın son katliamının hayatta kalan tek tanığı cesur fakat korkmuş bir çocuk olan Bill Streeter’ı himayesinde korumaya alır. Roland kendisi henüz çok genç olmasına rağmen çocuğu annesinin ona yatarken anlattığı Eld’in Kitabı’ndan bir hikâye olan "The Wind through the Keyhole” u anlatarak sakinleştirmeye çalışır. “Kimse hikâyeler için çok yaşlı değildir” der Bill’e. “Erkek ve delikanlı, kadın ve genç kız, hepimiz hikâyeler için yaşarız”. Ve hikâyeler de böyledir, onlar da bizim için yaşarlar.

Kayipdunya.org / 24.08.11




21 Ağustos 2011 Pazar

The Man From Earth


Ne zaman doğdum; bilmiyorum. Annemi hiç hatırlamıyorum, babamı ise hayal meyal. 35 yaşıma kadar yaşlandım, sonrasında bugün olduğum gibi kaldım. Zaman içinde insanlardan sürekli kaçtım; denizci oldum, savaşçı oldum, öğrenci oldum; Budha'dan çok şeyler öğrendim, öğretmen oldum; insanlığa öğrendiklerimi anlatmaya çalıştım elimden geldiğince. Kıtaların, okyanusların, Dünya üzerinde yaşayan hayvanların değiştiğini gördüm. İnsanlığın konuşmayı, sanatı, bilimi öğrenmesine tanık oldum. Çok savaş gördüm, doğumlar da gördüm ölümler de. Dinlerin doğuşunu ve çöküşünü gördüm. Gerçeklerin din uğruna değiştirilmesine tanık oldum. Bir çok insan sevdim, bir çok çocuğum oldu; hepsini terk etmek zorunda kaldım. Bir çok dalda bir sürü doktora yaptım, nerdeyse bütün Dünya'yı dolaştım. İnsanların göz açıp kapayana kadar gelip gidişini izledim; hiç değişmediklerini gördüm. Tarihte var olmuş büyük felsefeciler, bilimadamları, sanatçılar ve dini önderler tanıdım. Bazen ben onlardan biri oldum, bazen onlar benden biri. Birçok hastalık geçirdim, vücudumda bir çok yara izleri açıldı ama hepsini atlattım. Benim için daimi olan yaşam, yalnızlık ve ne olursa olsun ölüm korkusu. Ben kim miyim? 140.000 yıldır yaşayan sıradan bir mağara adamı.


Kelimelerle anlatılabilecek bir film değil The Man From Earth. Gözlerinize değil ruhunuza hitap eden bir film. İzleyenlerin yarısından fazlasının nefret ettiği; geri kalanların da benim gibi tarifsiz duygularla asla unutmayacağı bir film. İnsanoğlunun hep aklında olan, vampirizm gibi mitlerle açıklamaya çalıştığı ölümsüzlük olgusunun inanılmaz yalın, aynı zamanda dolu dolu anlatıldığı bir film. Hikayenin ayrıntılarının bir yapbozun parçaları gibi yerine oturduğu, sizi kendine inandıran bir film. Bittikten sonra insanı kara kara düşündürtecek bir film. John gerçekten 140.000 yaşındaki bir mağara adamı mı, John gerçekten İsa mı? gibi sorulara "tabii ki" dedirten bir film "The Man From Earth". Yine sonunda içinizi burkacak, insanoğlunun ölümsüzlüğü neden bu derece istediğini anlamaktan çok ruhunuzda hissedeceksiniz.

Özellikle John'un Will ile son sahnelerde konuşması, Will ölünce girdiği ruh hali beni çok etkiledi, tarif edemem.

Film bir odada birkaç arkadaş akademisyen arasında akıp gidiyor. Keşke bitmeseydi, keşke bir şeyler daha öğrenseydik John'dan.

Mutlaka izlemelisiniz, izlemezseniz çok şey kaybedersiniz vs. demiyorum, hiç bir şey söylemek istemiyorum.

Hunger


Hani filmler vardır ya o kadar rahatsız edicidir, gerçekleri o kadar sert çarpar ki suratınıza izlerken içiniz sızlar, gördüklerinizi kabul etmek istemezsiniz; Hunger da o filmlerden biri.

Film İrlanda Kurtuluş Ordusu'nun politik suçlu üyelerinin İngiltere'de özel bir hapishanedeki mahkum yaşamlarından yola çıkılarak çekilmiş. Hapishanedeki 75 mahkum temel insani hakları uğruna yıllardır mücadele etmektedir. Battaniye, açlık grevi ve yıkanmama eylemlerine rağmen İngiliz Hükümeti politik suçlu saydığı bu insanlara istediğini giyme dahil hiç bir hakkı tanımamakta ve türlü eziyet etmektedir. Hareketin başı olan Bobby Sands İrlanda Halkı'nın özgürlüğü için dünyanın ilgisini çekmek uğruna tekrar açlık grevine başlar. Özgürlüğü elde etmenin yolu açlıktan ve onlarca insanın sefalet içerisinde ölmesinden geçmektedir.

Hunger çok çarpıcı bir film. Film boyunca oldukça az ama öz diyaloglarla sadece karakterler ve eylemler konuşuyor. Bir insanın normalde bulunmaması gereken hapishane ortamında, insanın yaşamayı bırakın görmemesi gereken olaylar tüm çıplaklığıyla önünüze seriliyor. Bu açıdan baktığımızda kıyametleri kopardığımız anti-Türk Midnight Express Hunger'ın yanında tüy siklet kalır diyebiliriz.

Hunger'daki atmosfer en az konu kadar rahatsız edici ve sert; yemeklerle boyanan hücre duvarları, ölesiye dayakla yıkanan mahkumlar, haberleşmek için kullanılan notların gizlendiği yerler, 24 saat gün yüzü görmeden hücrede geçirilen yıllar. Filmde bazı sahneler özellikle size yaşananları düşündürmek için uzun tutulmuş; bir mahkumun pencerede açtığı delikte bulduğu bir karasinekle teması, her akşam protesto için koridora mahkumlar tarafından dökülen idrarın bir gardiyan tarafından koridor boyunca temizlenmesi bu sahnelerden ikisi. Bunun yanında filmin baş kahramanı Bobby Sands'in davasını Peder Moran'a anlattığı sırada ikilinin diyaloğu, Bobby'nin sigaralı sahnelerinin insanda uyandırdığı o ümitsizlik hissi ve tabii ki Bobby'nin 66 gün süren ve neredeyse bizim de hissettiğimiz açlık grevi günleri gerçek anlamda vurucu sahneler.

Bobby karakterini canlandıran başroldeki Michael Fassbender'ın oyunculuğu oldukça tatmin edici, özellikle açlık grevindeyken inanılmaz oynamış. Anne tarafından İrlanda'lı olan Fassbender rolün hakkını sonuna kadar veriyor sadece gözlerinde bile özgürlük uğruna kendini feda eden ama yaşamayı ölesiye isteyen o ruhu görebiliyorsunuz.

Bildiğimiz hapishane temalı filmlerden farklı, sert, acımasız ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla size gösteren Hunger bence insanlığın en büyük dramlardan biri olan İngiltere-İrlanda kavgasını öğrenmek ve yaşamak için mutlaka izlenmesi gereken bir film. İzlerken oldukça rahatsız olacaksınız ama insanoğlunun ruhunu keşfetmeye biraz daha yaklaşacaksınız.

B.Kumbay / 21.08.2011

Jane Eyre

İngiliz klasiklerini çok severim, özellikle Jane Austen, Charles Dickens ve Charlotte Brontë’nin uyarlamalarını zevkle izlerim. Jane Eyre de Charlotte Brontë’nin en başarılı uyarlamalarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Jane Eyre henüz on yaşındayken öksüz kalınca yengesi ve kuzeninin yanında kalmaya başlar fakat kendisini kıskanan kuzeni ve kötü kalpli yengesi tarafından yatılı okula gönderilir. Burada çocukluğunun tüm masumiyetiyle acıyı, ölümü ve şiddeti yaşayan Jane her şeye rağmen başarılı bir öğrenci olur ve öğretmen olduğu gün okuldan ayrılır. Gidecek yeri olmayan Jane, Rahip John Rivers ve kızkardeşlerinin yanına sığınır. Kimseye yük olmak istemeyen Jane Thornfield Malikanesi’nde mürebbiye olarak çalışmaya başlar. Günlerini huzur içinde gerçiren Jane’in hayatı Edward Fairfax Rochester’ın eve dönmesiyle tamamen değişecektir.

Filmde konunun işlenişi, zaman ve mekanın yansıtılması, kurgu ve müzik eksiksiz. Fakat tüm bunların yanında bana göre filmin en büyük kozu oyunculuk. Başrollerde türe en uygun oyuncular seçildiği kanaatindeyim zira Michael Fassbender, Mia Wasikowska, Jamie Bell, Judi Dench, Imogen Poots ve Holliday Grainger inanılmaz bir iş çıkarmışlar. Başroldeki tüm oyuncular tarihi-drama türünde deneyimli. Michael Fassbender ‘ı Centurion’da, Jamie Bell’i The Eagle’da, Imogen Poots’u yine Centurion’da, Holliday Grainger’ı The Borgias’da zevkle izlemiştik, Judi Dench’i söylememe bile gerek yok. Bu kaideyi bozan istisna Mia Wasikowska; Tim Burton’un yönettiği Alice in Wonderland’le tanıdığımız Wasikowska, Jane Eyre olarak çok iyi bir performans sergilemiş. Filmde Michael Fassbender ve Mia Wasikowska’nın o soğuk ve duygusuz gibi görünen ama temelinde aşık ve içlerinde fırtınalar kopan Jane-Edward olarak uyumları inanılmaz o kadar ki film izlediğinizi anlamanız zor, kendinizi hikayeye kaptırıveriyorsunuz. Bir uyarlama olarak konuya da oldukça sadık kalınmış, yönetmen koltuğundaki Cary Fukunaga’nın ikinci uzun metrajlı filmi olduğunu düşünürsek çok iyi bir iş çıkardığı ortada.

Kıssadan hisse; son yıllarda izlediğim türünün en iyisi diyebileceğim Jane Eyre’yi tarihi filmleri, özellikle İngiliz Edebiyatı uyarlamalarını seviyorsanız kaçırmayın derim ama sırf oyunculuk için bile izlenmesi gereken kaliteli bir yapım.

B.Kumbay / 21.08.2011



14 Ağustos 2011 Pazar

Wilfred



Yalnızsınız, umutlarınız tükenmiş, sevmediğiniz bir mesleğiniz var ve işsizsiniz. Tek çare ölüm gibi görünüyor. Bilgisayarda yazılmış bir intihar notu ve avuç dolusu hapla işinizi halledip kendinizi yatağa bırakıyorsunuz ama şimdiye dek hiç yaver gitmemiş olan şansınız yine yaver gitmiyor; ilaçlar kız kardeşinizin verdiği plasebo etkili şeker, üstüne üstlük uykunuz da kaçıyor ve sabah kapınız çaldığında gelen seksi ve güzel yan komşunuzun karşısına mosmor gözlerle çıkıyorsunuz. Karizma da elden gidiyor yapacak bir şey yok ama o da ne; komşunuzun yanında duran gri kürklü kostüm giymiş, insandan bozma dev gibi bir yaratık var. Komşunuz Jenna size yaratığı köpeği Wilfred olarak tanıştırdığında aldığınız hapların yan etkisidir diye düşünüyorsunuz haklı olarak ama hapların yan etkisi yok. Jenna Wilfred’ı size emanet ederek işe gidiyor, Wilfred eve giriyor, su istiyor. Bardakta mı kasede mi vereceğinize karar vermeye çalışırken kafayı yediğinizi düşünüyorsunuz. Wilfred gerçekten köpek mi, köpekse nasıl konuşuyor hatta karşınızda baya baya esrar çekiyor yahu! İçiniz geçiyor ve Wilfred’ın yanındaki koltukta uykuya dalıyorsunuz.

Evet Wilfred bir köpek, hayır Wilfred’ı sizden başka kimse bu şekilde görmüyor ve evet maalesef Wilfred hayatınızı zindana çevirecek!

İnanılmaz bir senaryo ve ayakta alkışlanacak bir oyunculukla Wilfred’ın bakıcısı Ryan’ı canlandıran Elijah Wood ve de Wilfred’a hayat veren Jason Gann, köpeklerin dünyasını insanlarınkiyle birleştiren ve sizi gülmekten komaya sokan bir diziyle karşımızda. Daha önce Avustralya’da yayımlanan Wilfred Amerikan versiyonuyla bu sene hayranlarıyla tekrar buluştu. Jason Gann her iki versiyonda da Wilfred’ı canlandırırken Elijah Wood inanılmaz oyunculuğuyla kadroya yeni dahil oldu. İkili televizyon tarihinin en komik çiftli olmaya şimdiden aday; aralarında inanılmaz bir uyum var ve o kadar doğallar ki zaman zaman rol yapmadıklarını bile düşünebilirsiniz.

Ryan ve Wilfred arasındaki garip ilişki, insan ve köpek arasındaki ilişkiye oldukça benziyor. Yalnız Wilfred bildiğimiz köpeklerden olmadığından tarzına alışmanız biraz zaman alabilir zira kendisi hırsızlık yapmak, yalan söylemek, etrafı kırıp dökmek, oyunlarda hile yapmak, esrar çekip sigara ve bira içmek gibi anca kötü köpeklerde görebileceğimiz bir mizaca sahipken Ryan yeri geldiğinde Wilfred’den yumruk yiyor, evini, yatağını ve yemeğini onunla paylaşıyor, kötü emellerine alet oluyor hatta onun için binlerce dolarlık cezaları bile ödüyor. Ryan’ın Wilfred’a neden katlandığını merak edebilirsiniz, kesinlikle saf olduğundan değil hayatının amacını bulmuş olduğundan.


Harika oyuncularla değişik ve eğlenceli bir dizi izlemek isterseniz Wilfred tam aradığınız dizi. Her bölümde gülmek hatta kahkaha atmak da garanti, benden söylemesi.

7 Ağustos 2011 Pazar

Carnivàle




"Başlangıçtan önce, cennet ile cehennem arasında gerçekleşen büyük savaştan sonra, Tanrı dünyayı yarattı ve insan dediği yetenek sahibi maymuna hâkimiyet verdi. Her nesilde bir ışığın, bir de karanlığın mahlûkatı doğacaktı. İyilik ve kötülük arasında çok eskiden beri süregelen savaşta kalabalık ordular çarpışacaktı. O zamanlar sihir, asalet ve hayal edilemez bir acımasızlık vardı. İlk atom bombasının Trinity'de denenmesine kadar da böyle oldu. Bundan sonra insanoğlu sonsuza kadar mucizeyi mantıkla takas etmiş oldu."


diyerek başlıyor Carnivàle; iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın birbiriyle dans ettiği, ıssızlığın ortasında dönüp duran dönme dolabı ve ışıl ışıl atlıkarıncasıyla.

Carnivàle, annesinin ölümünden sonra gezici bir karnavala katılarak polislerden kaçan ve tuhaf güçleri olan Ben Hawkins ile California’nın Mintern kasabasında rahiplik yapan ve yine tuhaf güçleri olan Justin Crowe’un ayrı hikâyelerini anlatarak başlıyor. Hikaye 1934 yılında, Amerika'nın tam Büyük Buhran ve Büyük Kuraklık yüzünden beli bükülmüş zamanlarında geçiyor. Carnivàle’da mekan sürekli olarak değişse de tarafları Hawkins’in Karnavalı ve Crowe’un Kilisesi olarak ayırabiliriz. Crowe’un takımında ablası Iris, akıl hocası ve babası saydığı Rahip Norman ve olayların başlamasında çok büyük katkısı olan radyocu Tommy Dolan var. Bu küçük takıma karşılık Hawkins macerasına oldukça kalabalık bir Karnaval’da babası Henry Scudder’ı arayarak başlıyor.

Carnivàle’daki karakterler sayı bakımından fazla olmalarının yanında yapı bakımından da oldukça derin ve karışıklar. Carnivàle’da iyi ve kötü kavramı siyah ve beyazı ayırmak kadar kolay değil. Karakterlerin hemen hepsi gri tonlarında, yaptıkları yanlışlar ve doğrular birbirini götürüyor. Bu gri paletin dışında kalan iki karakter Crowe ve Hawkins ise tam anlamıyla siyah-beyaz, ying ve yang olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki karakter her ne kadar birbirinin zıttı ve ebedi düşmanıysa da aynı soydan geliyorlar, kaderleri bağlanmış; daha birbirlerini tanımadan rüyalarında ölümüne dövüşen iki savaşçı.

Oldukça fazla olan karakterleri tek tek anlatmak güç olacak, o yüzden hikayenin gidişatında rolü olan birkaç önemli karakteri anlatmaya çalışacağım.

Hikayenin beyazı Ben Hawkins annesinin ölümü sonrası tek başına kalmış, polislerin kendisini yakalayacağı zor bir anda Carnivàle tarafından bulunuyor ve zorunlu olarak kafileye katılıyor. Sürekli kabus gören, kimseyle konuşmayan ve amacı olmayan Hawkins, kabuslarında gördüğü, daha önce karnavalda çalışmış ve pek de iyi bir üne sahip olmayan Henry Scudder’ın babası olduğunu öğreniyor. Bu sırada karnavalda başına gelen olayların akışına kendini kaptırıyor ve doğumundan beri var olan fakat bastırdığı güçlerini keşfetmeye başlıyor. Hawkins hasta ve yaralıları iyileştirebilmekte, ölüleri diriltebilmekte ne var ki bu gücün bir bedeli var; ölüm. İyileştirdiği veya dirilttiği insanlar için diğer insanların hayat enerjisini kullanmak zorunda olduğunu Carnivàle’ın yöneticisi Samson ve kötü niyetli Profesör Lodz sayesinde keşfeden Hawkins, olayların arkasında babası Scudder ve Carnivàle’ın Yönetimi’nin olduğunu keşfediyor. Bundan sonra Hawkins’in tek amacı babasını bulmak ve sorularına cevap alabilmek.


Hikayenin siyahı Peder Justin Crowe çocukken ablası Iris’le tren kazasından sağ kurtulmuş ve Rahip Norman Balthus tarafından kurtarılıp kilisede yetiştirilen tanrının adamı rolüyle karşımıza çıkıyor. Hıristiyanlığın koyu öğretileri ve kilisenin baskıları arasından sıyrılarak kendi kilisesini kurmaya çalışan Crowe için her şey kilisesi ve içindeki 6 çocuğun yanarak can vermesiyle birden değişiyor. Tanrısını kaybeden ve yollara düşen Justin Crowe evine yeni tanrısını bulmuş olarak yeni bir amaçla dönüyor; karanlığın krallığını kurmak. Bu amaç uğruna ablası Iris ile cinayet dahil hiçbir kötülükten kaçınmayacak, insanların dini duygularını istismar ederek sonuna kadar kullanacak ve krallığını kurmak için tanımadığı ezeli düşmanı Hawkins’in peşine düşecek.


Bu iki ana karakter dışında her bölüm zihnimizde yüzlerce soru uyandıran yan karakterler, hikayenin gizem dolu dokusu, 30’lu yılların Amerika’sını ve Amerikalıları inanılmaz bir gerçeklikle gözler önüne seren kurgusu ile Carnivàle benzeri olmayan bir dizi. Iris göründüğü gibi kötü mü? Yönetim Ben Hawkins’den ne istiyor? Samson’ın olaylardaki rolü ne? Sophie ve annesi Apollonio’nun sakladıkları sır ne? Profesör Lodz neyin peşinde ve kim için çalışıyor? Henry Scudder nerde? Sorularının yanında insanoğlunun tüm kirli, karanlık, buz tutmuş, derin çukurlara gömülmüş yüzünü de tüm karakterin ruhunda görebiliyoruz. Doğaüstü ve gizemli olayların yanında hayatını striptiz ve fuhuş yaparak kazanan Rita Sue, kızları Libby ile Dora Mae ve hepsini satarak geçimlerini sağlayan kocası Felix Dreifuss; küçüklüğünden beri annesinin doğaüstü güçlerini kullanarak fal bakan Sophie; Sophie’ye aşık ama aşkına karşılık bulamayan yalnız Jonesy; hiçliğin ortasındaki kasabalarda Carnivàle’ı ayakta tutmaya çalışan Samson, karavanından hiç çıkmayan ve yüzünü kimsenin görmediği Yönetim. Tüm bu karakterleri ve daha fazlasını yollara düşüren bir karnaval, tüm sakinleri gündüz ölü gece hayalet olarak dolaşan Babylon gibi korkunç kasabalar, çorak topraklar, kavgalar, entrikalar, cinayetler, aşk, ihanet, sevgi, nefret; yaşam ve ölümün iç içe olduğu bir dizi Carnivàle.


Carnivàle’ı izlerken her bölüm sizi şaşırtan, derinden etkileyen ve düşündüren olaylara şahit oluyorsunuz. İşlenen konu hayatın hem içinden hem de o kadar uzak ki, belki de mucizeler gerçekten vardı, belki iyi ve kötü eskiden bu şekilde savaşırdı atom bombaları ile değil diyorsunuz. İnsana sevdiklerini hatırlatan, kendi içindeki karanlığa baktıran sisler içinde bir atmosferi var Carnivàle’ın, o atmosferi ne kadar solursanız kendinizi o kadar o yıldız desenli ışıklarıyla dönüp duran dönme dolapta hissediyorsunuz. İnsanların taktığı maskeler teker teker düştükçe, ardındaki suratlara bakıyor ve insanoğlunun ruhunu gerçek anlamda görebiliyorsunuz Carnivàle’da. Şeytanın ve kaosun aslında içinizde olduğunu anlıyorsunuz, o hep içinizdeydi hep de içinizde olacak.

Carnivàle iki sezon ve 24 bölümün ardından HBO tarafından iptal edildi. Dizinin reklam ve tanıtımını yapmayan HBO iptal nedeni olarak bölüm başına 4.5 milyon $’lık yüksek maliyeti gösterdi. Dizinin 10.000’den fazla hayranı, yapımcı Dan Knauf ve tüm oyuncu kadrosunun örgütlenmesine rağmen 2009 yılında Carnivàle’ın devamı olmayacağı anlaşılmıştı. 2010’lu yıllarda yayınlanmış olsa kaderinin çok daha farklı olacağını düşündüğüm Carnivàle ile tanışmam her ne kadar geç olsa da, beni derinden etkileyen yapımlardan biri olarak kalacak. Konu olsun, kurgu olsun, inanılmaz atmosferi ve müzikleri olsun, kostüm tasarımından ev ve kasabalara, arabalara kadar 30’lu yılların Amerika’sını yansıtan yüzü olsun Carnivàle inanılmaz bir yapım. Usta oyuncu kadrosunun da buna etkisi çok büyük zira Ben Hawkins’i canlandıran Nick Stahl, Justin Crowe’u canlandıran Clancy Brown, onların yanında Michael J Anderson, Tim DeKay, John Savage, Amy Madigan, Clea DuVall ve diğer tüm oyuncular inanılmazlar. Hepsi sizi farklı bir dünyaya götürüyor, izliyor, görüyor, sorguluyor ve yaşıyorsunuz. Bir yaz akşamı kendinizi Carnivàle’da buluyorsunuz, dönme dolap için iki biletiniz bedava.



B.Kumbay / 07.08.2011

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...