Dikkat, bu yazı kitabı okumayanlar için yer yer
ispiyon içerebilir!
Gezegen üzerinde tek bir Dünya Devleti var ve
sloganı CEMAAT, ÖZDEŞLİK, İSTİKRAR!
Bu dünyayı hayal edin; doğmuyorsunuz, anneniz yok,
babanız yok, aileniz yok, geçmişiniz yok. Bir deney tüpünde başlayan yaşamınızı
devlet şekillendiriyor; şanslıysanız Alfa olabilirsiniz, en kaliteli vitamin ve
minerallerle beslenir, en iyi genlere sahip olursunuz. Şanssızsanız siz
gelişirken kanınıza verilen toksinlerle zekası düşük ve bedeni çarpık bir
Epsilon olacaksınız, hayatınızın tek amacı hizmet etmek olacak, hizmet etmek ve
yaptığı işten mutlu olmak. Gelişimizini tamamladığınızda sizi tüpten
çıkaracaklar ve kast sistemi ile sınıflandırılacaksınız, uykunuzda
şartlandırılacaksınız ve sonuçta olmanız gereken birey haline geleceksiniz. Ne
yiyeceğinize, ne giyeceğinize, ne dinleyeceğinize ve ne okuyacağınıza devlet
karar verecek; neyi sevip nelerden nefret edeceğiniz daha siz tüpteyken
belirlenmişti. Boş zaman yasak, düşünmeniz yasak, hüzünlenmeniz, üzülmeniz
yasak; her şeye rağmen dertliyseniz tamamen yasal ve zararsız birkaç Soma
tableti yutarak dertten kederden kurtulabilirsiniz. Yaşama amacınız üretmek ve
tüketmek olacak, mutlu geçecek bir hayat, yaşlanmak yok, hastalık yok, evlilik
yok, çocuk yok, aile yok, bağlılık yok, 60 yaşında gencecik bir bedende öldüğünüzde
ardınızdan ağlayan yok, özgürlük yok.
Dünya
babalarla doluydu – o yüzden de mutsuzlukla doluydu; dünya annelerle doluydu –
yani sadizmden namusa kadar uzanan bin bir türlü sapıklıkla doluydu; - erkek ve kız kardeşlerle, amcalarla ve
halalarla doluydu; - yani delilik ve
intiharla doluydu.
Aldous Huxley mükemmel distopya romanı Cesur Yeni
Dünya’yı 1932’de yazmış, daha sonra 1946’da önsözü yenilemiş ve geçen 14 yıl
içinde hikayeyi görüş açısını kaleme almış. Başlı başına önsöz bile o kadar
değerli bilgiler içeriyor ki, okurken derin düşüncelere dalıyor ve kitaba
hazırlıklı olarak başlıyorsunuz. Huxley önsözde totailer devletin tanımını
yapıyor ve distopyasının özünü özetliyor; “Gerçekten
etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm
güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler
köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir.”
1932 ve 1946 yıllarında yazılmış hikaye ve önsöz günümüze o denli benzer ki,
neredeyse insanoğlunun tarih boyunca hiç değişmediğini ve büyük ihtimalle de
değişmeyeceğini gösteriyor bize. Huxley insanlığın sonunun insanoğlu tarafından
getireleceğine ve bunun da büyük ihtimalle nükleer enerji ile olcağına
inanıyormuş, bu inancın büyük ihtimalle gerçekleşeceği bilmek ne acı.
Cesur Yeni Dünya çoğunlukla geleceğin İngiltere’sinde
(tam olarak FS 632’de) , tanrının ve insani içgüdülerin tamamen bastırıldığı, bilim
ve teknoloji üzerine kurulmuş gibi görünen bir toplumda geçiyor. Gezegendeki
savaşların önlenmesi için alınan tüm önlemler yetersiz kalınca sorunun asıl
kaynağının insan doğası olduğu anlaşılıyor ve bu etmen ortadan kaldırılarak
ideal barışçıl ortam sağlanıyor. Bu ortam elbette para, din, üzüntü, aşk ve
nefret gibi aşırı duygular ve gerçek bilimin insan zihninden silinmesi ile oluşturulabilir.
Laboratuar ortamında seri üretilen insanların ola ki genlerindeki yazgıya boyun
eğmesine izin verilmemesi doktorların, öğretmenlerin, sanatçıların ve
yöneticilerin görevi ve bunların tümü de şartlandırılmış bireylerden oluşuyor.
İnsanların düşünmesine fırsat verilmemeli; herkes çalışacak, mesai saatleri
dışında uzmanlar tarafından özel olarak hazırlanmış filmler izlenecek, spor
yapılacak, yemek, dans ve seks aktiviteleri zorunlu; tek eşlilik tercih
edilmiyor hatta yasak. Tüm bunlara rağmen yine de boş vaktiniz varsa
uyuşturucular ile başka alemlere dalıp ertesi güne yepyeni ve mutlu bir insan
olarak uyanıyorsunuz. Size değerlendirme ve sorgulama şansı verilmiyor, seçim
hakkınız var fakat aslında yok; hayatınız boyunca vereceğiniz tüm kararlar
bebekken uyku sırasında beyninize yerleştirilmiş. Yalnız kalan insan kaza ile
düşünebilir, bu nedenle devlet tarafından boş zamanlarınızda toplu sekse teşvik
ediliyorsunuz; devlet sizi seviyor ve hep mutlu olmanızı, hayattan zevk
almanızı istiyor. İşte bu yüzdendir ki aile, akraba ve din kavramları yok
edilmiş, her şey mutluluğunuz için.
Cesur Yeni Dünya’nın renkli karakterleri var; sürüden
ayrılmaya çalışan kara koyun olan Alfa + Bernard Max, tek eşliliği tercih
etmesi nedeniyle eleştirilen güzel hemşire Lenina Crowne, Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nin müdürü Thomas
"Tomakin”, Bernard’ın dahi fakat bir onun kadar kara koyun arkadaşı Helmholtz
Watson, hikayenin otoriter ismi ve yönlendiricisi Mustafa Mond ve
vahşimiz John. Karakterler hakkında fazla konuşmak istemiyorum, kitabı
okuduğunuzda tümünün ne denli bize yakın ve aslında bir o kadar bizden uzak
olduğunu görüyorsunuz. Yalnız Mustafa Mond ile ilgili bir bilgi vermek
istiyorum; Mustafa Mond Batı Avrupa Bölge Denetçisi, kendisi On Dünya
Denetçisinden biri ve hikayenin en önemli karakteri. Huxley hikayedeki karakterlere
verdiği isimleri tarihin gerçek isimlerinden seçmiş, Mustafa Mond’un ismi
Mustafa Kemal Atatürk’den geliyor, soyadı ise Alfred Mond’dan. Wikipedi’yi
inceledinizde tüm isimlerin kimlerden alındığını görebilirsiniz; Mustafa Mond
ile ilgili olan kısım aynen şöyle:
Mustapha
Mond ismini I. Dünya Savaşı sonrası
Türkiye’yi kuran, ülkesini çağdaşlaşma ve laikliğe yönlendiren Mustafa Kemal
Atatürk’ten; soyadını bir sanayici ve kimyasal endüstri imparatorluğu
birliğinin kurucusu olan Sör Alfred Mond’dan alır.
Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/Brave_New_World
Mustafa Mond kitapta en sevdiğim karakter; Mustafa
Mond kurguluyor, karar veriyor ve yönetiyor. Mustafa Mond karar vermek; izin
vermek ve yasaklamak için yasak elmanın tadına bakabilen on insandan biri.
Mustafa Mond geçmişi biliyor ve geleceğe karar veriyor. Mustafa Mond “Tanrı
diye bir şey vardı…” diyebiliyor.
Cesur Yeni Dünya’nın kurgusu o kadar tatmin edici
ki, kitabı tarih boyunca okuyan her insan yaşadığı devirden bir şeyler
bulabilir. 1932’de yazılmış bir hikaye genetik bilimini o kadar güzel anlatıyor
ki; teknolojiden o kadar tatmin edici şekilde bahsediyor ki hayran kalmamak
elde değil. Huxley insanın doğasını; gelişmeye olan açlığını, sürekli özgürlük
arayışını ve barış içinde yaşama hayalini o kadar güzel tahlil edip bir araya
getirmiş ki; madem öyle işte böyle diyor. Barış istiyorsan özgür olamazsın,
özgür olursan gelişemezsin, gelişirsen barış içinde yaşayamazsın. İnsanın özündeki
her şeye karşı olan açlık her yönden tatmin edilse bile; insan sürekli mutlu
olsa bile yine tatmin olmuyor ve üzüntüye, sefilliğe, ölümlülüğe aç kalıyor.
Hikayenin gelişme ve sonuç kısımlarında bu durum tüm karakterleri içine alarak
o kadar güzel ortaya konulmuş ki, her şey çarpıcı bir finalle sona erdiğinde
aslında bunun bir başlangıç olduğunu kendinizden biliyorsunuz.
Hikayenin dili, olayların akışı ve işleniş şekli,
diyaloglar, hikayede verilen referanslar o kadar tatmin edici ki, kitap
bittiğinde gerçek anlamda üzüldüm. Bu cesur ve yeni dünyayı biraz daha
gezebilsek, Londra ve New Mexico’yu biraz daha görebilseydik keşke. Okurken özellikle
Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma
Merkezi’nin koridorlarında kaybolmak istedim.
Barış, huzur ve mutluluk dolu bir dünya hayal
ediyorsanız sizi bu tarafa alalım.
Ve eskiden Tanrı
diye bir şey vardı…
Burcu Kumbay / 15.11.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder