Tokyo'daki Japon Genelkurmayı 1 Aralık 1937’de Çin Cumhuriyeti'nin başkenti Nanjing'in ele geçirilmesi emrini Çin Merkez komutanlığına gönderir. İşgalin ortalarında Nanjing resmen teslim olur buna rağmen Nanjing Katliamı veya bilinen diğer adıyla Nanking Tecavüzü 6 hafta sürer, Japonlar 300.000 Çinli’yi inanılmaz işkencelerle katleder; 20.000-80.000 kadına tecavüz edilir, bebekler öldürülür, kılıçla en fazla kaç kişi öldürürüz yarışmaları düzenlenir, katledilmiş insanlarla hatıra fotoğrafları çektirilir. Çin’le yetinmeyen Japonların Pearl Harbour’a saldırması sonrası Amerika’nın gönderdiği atom bombalarıyla sona erer bu kanlı savaş; kanı kan durdurur.
The Flowers of War, Nanjing Katliamı’nın hikayesini bir avuç Çinli askere komuta eden ve ölümüne savaşan bir Binbaşı, Amerikalı bir cenaze levazımatçısı, manastırda yaşayan 12 yaşında kız öğrenciler ve onları korumaya çalışan rahibin oğlu ile savaştan kaçmak için manastıra sığınan hayat kadınlarının gözünden anlatıyor bizlere. Anlatmıyor yaşatıyor, içimize işletiyor, bir kurşun misali vurup geçiyor insanlığımızın tam orta yerinden.
Hikaye birkaç karakter etrafında geçiyor; bu karakterler birbirine o kadar uzaklar ki ama sonrasında bir o kadar da yakınlaşıyorlar. Hikayenin başlangıcını manastırlarının güvenli ortamına ulaşabilmek için savaşın orta yerinde peşlerinde Japon askerleri olduğu halde kaçan kız öğrenciler yapıyor. Arkalarında arkadaşlarının ölü bedenlerini bırakarak yaptıkları bu kanlı yolculuk yerini Binbaşı Li ve geride kalmış bir avuç Çinli askerin onları kurtarmak uğruna girdikleri hayatlarının son savaşına bırakıyor. Bu sırada manastıra ölen rahibin defin işlemleri için gelen Amerikalı John Miller’ın tek derdi para, yatacak rahat bir yer ve içki olsa da; kızların kendisine ihtiyacı olduğunu anlıyor Miller, ona o kadar ihtiyaçları var ki onsuz hayatta kalamayacaklar. Rahip üniformasını giyen Miller ve masum çocukların hikayesi manastıra Nanjing’in en ünlü hayat kadınlarının gelmesiyle birden değişiyor. Birbirini ve onu sevmeyen iki taraf arasında kalan Miller kurtulmaya çalıştığı bu savaşta aslında kurtarmak için var olduğunu anlıyor; acı bir olayın sonunda çok acı bir şekilde.
İzlediğimizde içimize işleyen, hayatın acı gerçeklerini gösterdiği için insanoğluna lanetler okuduğumuz filmler vardır ya hani, The Flowers of War o filmlerden biri işte. Film birebir uyarlama olmasa da hikayenin içinde geçtiği kurgu, şehir, ülke, dünya bize ait; tarih kitabımızın belki de en kanlı, en vahşi sayfasında yer alıyor. Yüzünüz hep asık izliyorsunuz filmi, zaman zaman gözleriniz doluyor, zaman zaman gözleriniz kapanıyor gerçekleri görmemek için ama gözlerinizi kapatmak gerçekleri değiştirmiyor, değiştirmeyecek de.
Filmin yönetmeni, senaryosu, oyuncuları, müzikleri, kurgusu, atmosferi için tek bir şey söylememe bile gerek yok, bundan daha iyisinin olabileceğini düşünmüyorum. Özellikle Christian Bale’in asıl Oscar alması gereken performansı kesinlikle John Miller karakteridir. Yönetmen Yimou Zhang harika bir film çıkarmış ortaya, savaş sahneleri ve ufak detaylar inanılmaz. Hikaye öyle bir kurgulanmış ki, gözümüzle açık seçik görmediğimiz vahşetin orada olduğunu açık seçik biliyoruz. Katliam ve tecavüz ile bezenmiş bir savaşı insanlığımızı koruyan perdeler ardından izliyoruz ve bu kurgu filmin etkisini kat ve kat artırıyor.
The Flowers of War’daki karakterler de inanılmaz, birbirine yabancı tüm o insanların nasıl birbirine bağlandığı; insanın insanla olan psikolojik savaşının var olan savaştan da ağır olması o kadar güzel yansıtılmış ki. Hayata karşı kaya kadar sertleşmiş ve geçimlerini bedenlerini satarak kazanan güzel kadınların milletlerini savunan çaresiz askerlere karşı davranışları; amacı para bulmak olan yabancı bir adamın hiç tanımadığı birkaç çocuk için hayatından vazgeçmesi; başlarda birbirine düşman olan aynı ülkenin insanlarının sonunda yaptıkları fedakarlıklar; ne kadar yazmaya çalışsam da anlatılmaz izlemek ve olabildiğince yaşamak gerek.
The Flowers of War tarihin pek bilmediğimiz karanlık bir çağını olabildiğince yalın bir şekilde anlatan; benzerleri gibi insanoğlunun karanlık ve dehşetle dolu ruhunun aynı insanoğlunun yaşamak ve yaşatmak için her türlü fedakarlığı yapan beyaz ve aydınlık ruhu ile çatışmasını gözler önüne seren çok başarılı bir tarihi drama. 146 dakikalık uzun süresine rağmen tek bir sahnede dahi sıkılmadığım, içim ürpererek ve göğsümde bir ağırlıkla izlediğim, beni derinden etkileyen filmlerden biri. Tarihte atom bombası ile katliama uğramış, barışçıl ve sevgi dolu bir ulus olarak tanıdığım Japonların özünde sadece “insanoğlu” olduğunu fark etmemi sağlayan bir film. Din uğruna, toprak uğruna, altın uğruna, aşk uğruna hatta hiçbir nedene ihtiyaç duymaksızın hemcinsini, kardeşini, kadını, bebeği, doğmamış çocuğu inanılmaz işkencelerle katleden insanoğluna bir kez daha lanet ettiğim film. Yine aynı hamurdan olma insanoğlunun masumu kurtarmak uğruna kendi canını feda etmesini bana gözlerimi yaşartarak gösteren film.
Kan kırmızısı tarihinizi görebilmek, savaşın dehşetini kavrayabilmek ve hepimizin içindeki o derin karanlığı gün yüzüne çıkmamacasına daha derinlere gömebilmek için izlenmesi gereken bir film The Flowers of War. Size insan olduğunuzu hatırlatan bir film, insan olmak isteyip istemediğinizi sorgulatan bir film.
İşte bu yüzden izleyin.
Bu resmi yazıma koyup koymama konusunda oldukça çekimser kaldım ama hepimizin insan, hepimizin kardeş olduğu teorisini destekleyenler için koymaya karar verdim. Aşağıda göreceğiniz resim oldukça rahatsız edici; belki de bir insanın görmek isteyeceği son sahneyi gösteriyor bu yüzden resme bakıp bakmama kararı tamamen size kalmış. Nanjing Katliamı sırasında bizzat Japonlar tarafından hatıra amaçlı çekilmiş bu resim tamamen gerçek.
Ve bazen gerçek, duymaya ve görmeye ihtiyacımız olan son şeydir.
Nanjing Katliam Müzesi Çin’in Nanjing-Datusha kentinde bulunmaktadır. Kurbanların isimleri, resimleri, kemikleri ve hikayeleri bu müzede sergilenmektedir.
B.Kumbay / 17.06.12