4 Aralık 2011 Pazar

The Thing


Serileri ve devam filmlerini severim ama daha çok sevdiğim bir şey varsa o da prequel yani başlangıç filmleridir. Nefret ettiğim bir şey varsa o da remake yani yeniden çevrimlerdir. Bu açıklamayı yapma gereği duydum çünkü birazdan anlatmaya çalışacağım “The Thing” serisi, sevdiğimi söylediğim türün en güzel örneklerinden biri hem de esaslı bir korku-bilimkurgu filmi, daha doğrusu filmleri ama o kadar güzel kaynaştırılmış ki tek bir film olarak bile ele alınabilir.

Korku-bilimkurgu severseniz John Carpenter’ın “The Thing” ini bilmemenize imkan yoktur. Büyük ihtimalle küçükken ve korkudan gözleriniz yarı açık izlemişsinizdir zira konusu ve kurgusu ile korku klasikleri listesinin hayli üst sıralarında yer alır. Bu yılın başlarında yeniden çekildiğini duyduğumda kesinlikle ön yargı ile yaklaştığımı ve “yeni The Thing”i yermek amacı ile izlemeye oturduğumu; ilkinin başarısı üzerine ne kadar başarısız bir remake olduğunu ballandıra ballandıra yazabilmek için de öncelikle ilk filmi izlediğimi itiraf ediyorum ama film beni oldukça şaşırttı; izlerken inanılmaz zevk aldım ve ayrı yönetmen elinden çıkmış bu kadar başarılı bir prequel daha izlemediğimi itiraf etmek durumundayım. Üstelik film yönetmen Matthijs van Heijningen Jr.’ın ilk uzun metrajlı film çalışması (kendisinin bir kısa film ve bir video yönetmenliği mevcut). Filmin niye bu kadar başarılı olduğunu anlatabilmem için iki filmden ve aralarındaki bağlantılardan bahsetmem gerekiyor tabi.

The Thing (1982)

Antarktika’da ABD araştırma üssünde her şey sakin ve sessizdir, bembeyaz ve buz gibi bir cennet. Bir gün kampa bir Sibirya kurdu ve hemen peşinde onu öldürmek üzere gelen Norveç Kampı’na ait helikopterle sessizlik bozulur. Köpek kurtulur, helikopter yanar ve Norveçliler ölür. Konuyu araştırmak için bir ekip Norveç Kampı’na gittiğinde kampın yandığını; ölmüş, intihar etmiş, yanmış insanları, karlar arasında yanmış ve insana benzemeyen bir şeyi ve ortası oyulmuş büyük bir buz kalıbını keşfederler. Norveç Ekibi’nin araştırma notları, videoları ve “şey” ile eve dönen ekip bu katliamın nedenini ortaya çıkarmak için çalışmaya başlar. Şey’e otopsi yapıldığında hücrelerinin hala canlı olduğunu görürler bu arada her şeyin buzullar arasındaki bir keşifle başladığını gösteren videoyu izlerler. Bu arada misafir köpeğin yerleştirildiği kulübede aklın alamayacağı kadar korkunç şeyler olmaktadır.



Filmin yönetmeni John Carpenter. 109 dakikalık filmin başkahramanı R.J. MacReady’yi usta aktör Kurt Russell canlandırıyor. Genellikle tek mekan ve dünya üzerindeki en acımasız iklim koşullarına sahip bembeyaz Antarktika’da geçen hikaye sinema tarihinde şimdiye dek karşımıza çıkan belki de en acımasız uzaylı düşman ile süslenince ortaya çok başarılı bir korku filmi çıkıyor. Filmin efektleri günümüze göre bir hayli basit olsa da bu korkmanıza engel olmuyor; izlerken oldukça geriliyorsunuz. Senaryo ve karakterlerin sadeliği de sadece “şey”e odaklanmanıza yardımcı oluyor. Konuda yer yer mantık hataları olsa da işin içinde bilimkurgu var ve uzaylılar hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz ki zaten. Kısacası bize sadece arkamıza yaslanmak ve iyi bir korku filmini izlemek kalıyor.



The Thing (2011)

Paleontologist Kate Lloyd ve dünyaca tanınan bilim adamı Dr. Sander Halvorson Norveç Ekibi’nin keşfini incelemek üzere Antarktika’ya giderler. Bu büyük keşif yaklaşık 100.000 yıl önce Antarktika’ya düşmüş bir uzay gemisi ve geminin hemen yanında donarak buzul içine hapsolmuş uzaylı bir varlıktır. Ekip keşfettikleri “şey”i incelemek için kampa götürür, ilk örnek alınır ve keşfin büyüklüğü için kutlamalara başlanır. Bu arada “şey” içinde hapsolduğu buz kalıbından kaçarak insanları teker teker avlamaya başlar; sadece avlamakla kalmaz aynı zamanda onların yerine de geçmektedir.


Filmin yönetmeni Matthijs van Heijningen Jr. 103 dakikalık filmin başkahramanı Kate Lloyd’u genç oyuncu Mary Elizabeth Winstead (Scott Pilgrim vs. the World) canlandırıyor. Efektleri, kurgusu ve atmosferi ile oldukça başarılı bir korku filmi olmasının yanında; gerek konu, gerek mekanlar ve detaylar ile orijinaline olan sıkı bağlarıyla yine oldukça başarılı bir başlangıç filmi The Thing. Mekan olarak ilk filmde yanmış ve yıkılmış olarak gördüğümüz Norveç Kampı, kapıdaki kanlı balta, bileklerini ve boğazını keserek intihar etmiş bir ekip üyesi, karlar arasındaki yanmış “şey”, yaratığın 100.000 yıldır hapsolduğu buz kalıbı, kalıbın bulunduğu oda, uzay gemisi kazı alanı, el bombaları ve Sibirya Kurdu gibi detaylarda orijinale sadık kalınmış ve iki film birbirine başarılı şekilde kaynaştırılmış. The Thing kendi başına bile iyi bir korku-bilimkurgu denebilir, efektler ve yaratık çok başarılı yine yaratıktan çok birbirleri ile mücadele eden ekip üyeleri insanı germeye yetiyor da artıyor bile.

Bunun yanında iki filmi bütünleştiren güzel detaylar da var mesela; ilk filmde MacReady “şey” tespit yöntemi olarak ısıtılmış metali kan örneklerine batırmak suretiyle bizi yerimizden hoplatırken yeni filmde Kate Lloyd ekip üyelerine amalgam dolgu testi uyguluyor. İki yöntem de dahice ama keşfedenleri Amerikalı yani Amerika iki kere daha dünyayı kurtarıyor, eh katlanacağız artık.

The Thing’ler süre, oyunculuk ve müzik bakımından da oldukça tatmin ediciler yalnız yeni filmin adı farklı olsaydı daha iyi olurdu bana göre zira remake’lere karşı atağa geçen önyargı mekanizmam boşuna çalışmamış olurdu.

Final olarak yine iki film de tatmin edici ama ben yeni filmin finalini çok daha fazla beğendim çünkü yeni filmin finali orijinalinin başlangıcı ve çok çok başarılı bu konuda.

Kıssadan hisse; korku-bilimkurgu severseniz ve “uzun zamandır şöyle ağız tadıyla korkamadım” diyenlerdenseniz; orijinal The Thing’i izlediğiniz halde (izlememeniz gibi bir olasılığı düşünmek dahi istemiyorum) gece vakti rahat mekanınıza kurulun ve iki filmi kronolojik sıraya göre ard arda izleyin. Aman sesi fazla açmayın ve kafanız tavana yakın olmasın çünkü yerinizde sıçrayacaksınız, benden söylemesi.

Son olarak; çok şükür ağzımda 3 amalgam dolgum var, mutluyum, huzurluyum, insanım.


B.Kumbay / 04.12.2011

Hiç yorum yok:

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...