
Bir filmi izlerken ayağa fırlayıp bağırmak istediğiniz oldu mu? Filmin kahramanlarıyla birlikte dans etmek, gülmek, ağlamak ve zıplamak istediniz mi hiç? Bugüne kadar böyle bir şey başıma gelmemişti doğrusu, bugün Real Steel’e gittim ve de sinemada girdiğim ruh haline ben de inanamadım. Aslında filmi izlerken sinemada olduğuma da inanamadım, peki neye inandım? Dilimin döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Öncelikle Real Steel’e gitmeden önce genelde yaptığım üzere ne fragmanını izledim ne de konusunu okudum, benim için Hugh Jackman faktörü yeterli idi ve bir kez daha yanılmadım. Ben film ile ilgili bir şey bilmiyordum ama siz ‘nasıldır, nedir, necidir, kimlerdendir’ diye meraklanmayın, Real Steel’in künyesinden kısaca bahsedeyim.

Filmin başrollerinde Hugh Jackman (Charlie Kenton), Dakota Goyo (Max Kenton), Evangeline Lilly (Bailey Tallet), Karl Yune (Tak Mashido) gibi isimler var. Hugh Jackman hakkında herhangi bir şey söylememe gerek yok, günümüzün en iyi oyuncularından ve yine çok iyi. Yalnız Real Steel’de oğlunu canlandıran Dakota Goyo Jackman’dan baya baya rol çalmış, zaten izlerken gaza gelmenizin en büyük sebebi de kendisi. Çok iyi bir baba oğul olmuşlar, izlerken “Roland ve Jake” diye sayıklayarak gözlerim dolu dolu oldu, ah kader! Yardımcı oyuncular da rollerine yakışmış yani oyunculuk gayet iyi. Yönetmen Shawn Levy filmde beni en çok şaşırtan etken oldu. Night at the Museum serisi, Date Night, The Pink Panther, Cheaper by the Dozen gibi komedi, romantik – komedi türü filmlerle tanıdığımız Levy, alışkın olduğu türün biraz dışında ve kurgusu ile yönetilmesi zorluca olan Real Steel’de cidden iyi iş çıkarmış. Yer yer mantık hataları olsa da senaryo da fena değil, zaten filmin kategorilerinden biri olan bilimkurgu mantık hatalarına yama oluyor. Müzikler muhteşem Danny Elfman’a ait ve tabii ki her zamanki gibi yine muhteşemler. Konu bildik ama işlenişi iyi olunca göze batmıyor. Kısacası filmin hamuru tam kıvamında, iyi pişirilmiş ve lezzetine doyum olmuyor.
Kıssadan Hisse; Hugh Jackman severseniz, bilimkurgu delisiyseniz, robotlara düşkünseniz, Amerika koksa da iyi bir film izlemek isterseniz, hayattan 127 dakika kopup dertlerinizden uzaklaşmayı düşlüyorsanız Real Steel sizin ilacınız; sinemaya gidiniz, arkanıza yaslanınız ve koltuklar sesten zangırdamakta iken 2020 yılına gidip Charlie Kenton, oğlu Max ve robotları Atom’u ziyarete gidiniz. Bence pişman olmazsınız hatta kulaklarımı bol bol çınlatırsınız gibime geliyor. Filmi beğenmezseniz de tüm sorumluluğu üstüme alıyorum, sizinle bir sonraki raundda görüşürüz artık.
Buraya kadar tamam mıyız, tamamsak artık içimi dökme vaktim geldi demektir.
Filmi izlemediyseniz (olmaz ki ama) ve de izlemeye niyetliyseniz (ne mutlu size) okumayı bırakacağınız yer işte tam burası.
Real Steel tipik bir Hollywood filmi, hani şu basit sinema izleyicisine (yani bana da) yönelik bol efektli, esprili, göze hitap eden oyuncularıyla Amerikanvari bir havada geçen eğlenceli bir hikâyesi olan, sonunda iyilerin kazandığı ve kötülerin nakavt olduğu tipik filmlerden. Ama zaten böyle filmleri seviyorsanız sizin için sorun olur mu? Benim için hiç olmadı, izlerken inanılmaz zevk aldım, 127 dakikanın nasıl geçtiğini anlamadım bile ve henüz koltuğumdan kalkmadan“bir kez daha gelelim izleyelim” demekte idim.

Filmin son 20 dakikası ayrı bir olay, final dövüşü ve o 5 raund heyecanlının da ötesinde. Finalde ise hem beklenen hem beklenmeyen oluyor bu bakımdan biz de bir sol kroşe yemiş oluyoruz. Hele finaldeki o nakavt sahnesi var ya o nakavt sahnesi, bir benzeri daha yok.
Yani; filme bayıldım, ikincisi de geliyor iyi ki de geliyor çünkü ne Jackman’a ne Atom’a doyamadım, gözüm doysun!
B.Kumbay / 08.10.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder