
Yarın çifte bayram; bir Cadılar Bayramı daha ve 6 yaşındayız. Stephen King uğruna harcanacak daha nice yaşlarda beraber olmak dileğiyle!

Mia kurtulamadığı kısırdöngü hayatına inat hergün yanından geçerken gördüğü zincirlere vurulmuş atı özgürlüğüne kavuşturabilmek için her yolu deniyor.
Fassbender'ın canlandırdığı Connor karakteri herkesin karşısına çıkabilecek ve herkesin hayatını raydan çıkarabilecek yakışıklı, komik, karizmatik ve kontrolcü; aynı zamanda yalancı ve bencil bir karakter. Asıl korkulması gereken kötü adam o, ama kaçımız karşı koyabiliriz ki?
Yıl 2020; teknoloji ahım şahım olmasa da iletişim çağının gelişme dönemindeyiz, tabii ki robotlar da bu çağda yerlerini almışlar. İnsanoğlu’nun her konudaki beklentisi gelişmiş; biz bize bokstan zevk almaz olmuşuz, ölümüne robotları dövüştürüyoruz. Robotlar kendi kendilerine dövüşmüyorlar tabi, henüz hür iradeleri ve düşünme kabiliyetleri yok, kendilerini idare eden sahiplere ihtiyaç duyuyorlar. İşte bu sahiplerden biri olan Charlie Kenton, yaptığı işte pek de başarılı olamayan, etrafa borç takmış, peşindeki alacaklılarına rağmen o panayır senin bu müsabaka benim dolaşan sorumsuz biri. Bir gün eski kız arkadaşının ölüm haberini alıyor, aynı zamanda 11 yaşında ve hiç görmediği oğlu Max’in velayet davası için mahkemeye çağırılıyor. Son dövüşte robotunu kaybettiği için acil paraya ihtiyacı olan Kenton, Max’i teyzesinin velayetine veriyor tabi belli bir meblağ karşılığında. Yalnız antlaşmanın gereği Max’e bir süre bakmak durumunda ama sürekli gezdiği ve kamyonunda yatıp kalktığı için hiç tanımadığı oğlunu çocukluk arkadaşı Bailey’nin başına atmaya çalışıyor ne var ki babasına bak oğlunu al misali Max kolay lokma değil. Sonuçta Kenton Max’i de yanında robot dövüşlerine götürmek zorunda kalıyor. Baba oğulun yakınlaşması ve maceranın başlaması ise süper robotları Noisy Boy’un kafasını kaybetmesiyle oluyor. Bundan sonra baba oğul eski teknoloji ve insan ruhu ile yenilmezi alt etmek için amansız bir mücadeleye girişiyor.
Filmi bu derece beğenmemin birçok nedeni var, başta Hugh Jackman olmak üzere (huyum kurusun) oyuncular, gelecek faktörü, konunun işlenişi, efektler, müzikler bunlar arasında sayılabilir. Ama Real Steel’i beğenmemin en büyük nedeni filmin abartısız olmasıdır. Yakın gelecekte geçen hikayedeki günümüze benzer ama iki kademe daha ilerlemiş teknoloji filme gerçeklik katıyor. Jackman ve Goyo arasındaki baba-oğul etkileşiminin abartısız ve gerçekçi olması filmin bir diğer güzel yanı. Yine genelde bu tür filmlerde görmeye alışkın olduğumuz sulu sepken bir aşkın (bkz. Transformers) olmaması; Charlie Kenton ve Bailey Tallet arasındaki arkadaşlık ötesi düzeyli ilişki konudan sapmamamızı sağlıyor. Ve gelelim robotlara; ne Transformers’daki gibi uzaydan gelmiş kahramanlar, ne insanlığı yok etmek için baş kaldırmış cylonlar, onlar insanoğlu tarafından kontrol edilerek dövüştürülen sade makinalar. Üstelik en güçlüsü bile henüz insanı yenebilecek yeteneğe sahip değil; filmin sonunda yine insanlık kazanıyor. Kahraman robotumuz Atom’un yenilmez Zeus’u eski usulde yenmeye çalışmasını izlemek nadir insanın yüreğini hop hop ettiremez sanırım. Bu nedenledir ki bokstan dövüşten hiç haz etmeyen bendeniz bile ayağa fırlayıp tezahürat yapmak istedim. Karakterler arası etkileşimlerin iyi işlenmiş olması filmin en büyük artılarından. Birbirini hiç tanımamış baba-oğulun yakınlaşmasını izlemek oldukça zevkli. Yine çocuk ve robot arasındaki ilişki; Max’in Atom’u bulması, ilk dövüş, robota dövüşmeyi öğretme süreci, her dövüş öncesi Max ve Atom’un dans gösterisi ve ringde geçen sahneler hem zevkli hem oldukça heyecanlı. Bir de amansız rakip durumu var ki, filmdeki herkes gibi siz de Atom’un Zeus’u yenemeyeceğini biliyorsunuz ama içinizdeki umudu kaybetmeden izliyorsunuz. Sonuçta mücadeleyi asla bırakmamak gerek, Charlie, Max ve Atom da aynen bunu yapıyorlar. Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...