Bu yazı Batman serisi filmleri hakkında ağır şekilde ispiyon içermektedir.
İnsan ne yerse odur derler ya hani, aslında ne izlerse ne izleyerek
büyürse o oluyor. Battlestar Galactica ve Starwars ile konuşmaya
başladığım, Superman ve Batman serisi ile büyüdüğüm için ne olduğumu az
çok tahmin edebilirsiniz. Ne olmadığım ise bariz şekilde ortadadır;
hiçbir zaman hiçbir şeyin körlemesine fanatiği olmadım, Batman serisini
anlatmaya çalışacağım bu yazıyı buna göre değerlendirmenizde fayda var.
Batman’in sinemaya uyarlanış hikayesi 1966’ya dayanır. Benim Bruce Wayne
ile tanışmamsa 1990 yılını bulur. Tabii ki ilk tanıştığım ve ilk göz
ağrım olan Batman Tim Burton’ın iki filmlik Batman serisidir; Bruce
Wayne – Batman olarak da Michael Keaton dışında kimseyi tanımamışımdır
ta ki Christopher Nolan 2005 yılında Batman Begins ile karşımıza
çıkıncaya kadar.
Batman’in beyaz perdedeki yolculuğunu üç döneme ayırmak gayet mantıklı
olur. Batman’in tüm dünyayı salladığı Burton Dönemi, Batman’in hızlı bir
şekilde dibe çakıldığı Schumacher Dönemi ve Batman’in yeniden
yükseldiği ve en tepeye tırmandığı Nolan Dönemi. Serinin tekrar
sonlandığı The Dark Knight Rises öncesi belki onlarca kez izlemiş
olduğum Burton Dönemi filmlerini yeniden izleyip üstüne Nolan Dönemi
üçlemesini izleyince bana enfes bir Batman şöleni yaşatan filmlerden
kısaca – ve uzunca – bahsetmeye çalışacağım. Bu yazıda Schumacher
Dönemi’ne ait filmlerin künye bilgisi ve birkaç görsel dışında materyal
bulunmayacak çünkü malum iki filmi muhteşem beş filmin büyüsünü bozmamak
için ikinci kez izlemedim, bir daha da izlemeyi düşünmüyorum.
Lafı fazla uzatmadan Burton Dönemi ile başlayalım.

Batman (1989)
Yönetmen: Tim Burton
Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Michael Keaton), Joker / Jack Napier
(Jack Nicholson), Alfred Pennyworth (Michael Gough), Vicki Vale (Kim
Basinger), James Gordon (Pat Hingle), Harvey Dent (Billy Dee Williams)
Müzik: Danny Elfman, imdb puanı: 7.6
Süre: 126 dakika, Bütçe: $35,000,000, Hasılat: $411,348,924, Ödüller: Oscar dahil toplam 9 ödül.
Batman, usta yönetmen Tim Burton’ın Beetle Juice’dan sonra çektiği ilk
sinema filmi yani ikinci uzun metrajlı çalışması bu nedenle olsa gerek
Batman’de alıştığımız ve bildiğimiz Burton tarzını tam anlamıyla
göremeyiz. Filme hakim olan kara mizah atmosferi yeterli seviyede değil
ama devam filmi Batman Returns’de tüm ihtişamı ile karşımıza çıkacak.
Başrolde Beetle Juice’dan tanıdığımız Michael Keaton var, Keaton’ı
komedyen olarak kabul eden ve Batman olmasını istemeyen fanatik
hayranların film gösterime girmeden önce büyük yaygara kopardığı fakat
filmi izlerken apışıp kaldıkları bilinen bir gerçek. Filmde Bruce
Wayne’in hüzün dolu hayatını ilk kez görüyor olsak da hüznün altında
yatan neden hakkında fazla bilgi sahibi olamıyoruz; hikayenin kötüsü
Joker’in gençliğinde Bruce’un anne ve babasını zevk uğruna öldürdüğünü
Bruce ile birlikte filmin finaline yakın öğreniyoruz. Ve büyük
karşılaşma gerçekleştiğinde “beni sen yarattın” diyen Joker’e Batman’in
cevabı “seni ben yarattım ama önce sen beni yarattın” oluyor. Geleneksel
olduğu üzere Bruce Wayne’in aşık olduğu kadın akıllı, başarılı ve
güzel; bu kez gazeteci-fotoğrafçı Vicki Vale olarak karşımıza çıkıyor.
Joker tarafından kaçırılan Vicki’yi kurtarmak uğruna Gotham’ı alt üst
eden Batman hem Vicki’yi, hem Joker’in ölümcül planını durdurarak
Gotham’ı kurtarıyor ve Bat Signal gökyüzündeki mesaisine başlıyor.
Gotham’ın da artık bir süper kahramanı var.

Tıpkı ilk filmde
Michael Keaton’a karşı çıkan Batman hayranları gibi ben de Michael
Keaton dışında bir Batman izlemeyi asla düşünemezdim zira Val Kilmer ve
George Clooney Gotham semalarında dolaşırken sinir katsayımdaki
yükselmeler bunun kanıtıdır. Ne var ki Christian Bale’i Batman’den öte
Bruce Wayne olarak gördüğüm ilk an bir devrin kapanmış olduğunu
anladığım ilk an olmuştur. Yine de Keaton’ı Bale’den ayırt edemem, iki
oyuncu aynı karakteri canlandırıyor gibi görünse de aralarında dağlar
kadar fark vardır. Bu fark oyuncuların yorumu, yönetmenin tarzı,
kurgudaki-senaryodaki değişiklikler ve dönemlerin farklı olmasından
ileri gelse de iki tarzın da tadı başkadır; Keaton ve Bale benim için
Gotham’ın değişmez demirbaşlarıdır dolayısıyla Batman ikisi olmadan
düşünülemez. Keaton espritüeldir, kadınlarla arası iyidir, daha güler
yüzlü ve daha sosyal bir Bruce Wayne’dir. Bale ise döneminin Batman’ine
uygun olarak daha ciddi, daha depresif, öfke dolu, antisosyal, Gotham
için her şeyini feda edebilecek sert bir mizaca sahiptir. İki karakterin
de amacı ve yaşattığı duygular farklıdır, birbirlerini eksiksiz bir
şekilde tamamlarlar gözümde.
Batman Returns (1992)
Yönetmen: Tim Burton
Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Michael Keaton), Penguin / Oswald
Cobblepot (Danny DeVito), Catwoman / Selina Kyle (Michelle Pfeiffer),
Alfred Pennyworth (Michael Gough), Max Shreck (Christopher Walken),
James Gordon (Pat Hingle)
Müzik: Danny Elfman, imdb puanı: 7.0
Süre: 126 dakika, Bütçe: $80,000,000, Hasılat: $282,800,000, Ödüller: 2 Oscar adaylığı, toplam 2 ödül.
Batman Returns, başlangıcından daha eğlenceli ve renkli tam da
alıştığımız gibi bir Burton filmi. Batman Gotham’daki görevine Bat
Signal yandığı sürece devam etmektedir fakat bu kez tehlike sadece
insanoğlu değildir. Gotham’ın karanlık yer altı tünellerinde yaşayan
yarı insan yarı penguen bir yaratık ve Gotham’ı yok etmek isteyen kötü
iş adamı Max Shreck iş birliği yapmaya karar verirler. Bu sırada kaderin
sillesini çoktan yemiş olan Max’in sekreteri Selina Kyle kendini
Catwoman’a dönüşmüş halde bulur ve üç cephe arasında şiddetli bir savaş
baş gösterir. Bruce ve Selina yakınlaştıkça gerçek kimlikleri de ortaya
çıkar, Batman ilk kez maskesini çıkarır ve sevdiği kadına açılır, ne var
ki işler umduğu gibi gitmeyecektir. Batman Returns’ün bana göre en iyi
karakteri ciddi anlamda güzel ve seksi bir kadın olan Michelle
Pfeiffer’ın canlandırdığı Catwoman’dır. Selina Kyle’ın Catwoman’a
dönüştüğü o birkaç dakikalık sahne bile inanılmazdır. Kötü penguen
olarak karşımıza çıkan Danny DeVito da ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu
gözler önüne serer. Karakterlerin bu kadar güçlü olduğu Batman
Returns’de Bruce Wayne – Batman’in geri plana düşmemesi ise Michael
Keaton’ın ve Tim Burton’ın başarısıdır. Gotham’ın karanlık yer altı
tünellerinde sarı bir ördekle penguenler eşliğinde gezilen bir
atmosferin katkısıyla Batman Returns’ün favori Burton Dönemi filmi
olduğunu söyleyebilirim. İzlemesi çok zevkli, harika bir oyunculuk ve
kurgu ile karşımıza çıkan Batman Returns’ün efektleri de 90’lı yılların
öncülerindendir. Batman ilk kez Batman Returns’de kötü adam olarak
gösterilir, polisleri peşine takar fakat yine biricik dostu Alfred’in
yardımlarıyla kendini aklamanın bir yolunu bulur. Yine de tüm bunlar
yalnızlığına çare olmaz, bir Noel akşamı karlar altında muhteşem
malikanesine gözleri Selina’yı arar halde geri döner.

Gelelim Schumacher Dönemi’ne.

Batman Forever (1995)
Yönetmen: Joel Schumacher
Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Val Kilmer), Riddler / Dr. Edward
Nygma (Jim Carrey), Alfred Pennyworth (Michael Gough), Robin / Dick
Grayson (Chris O'Donnell), James Gordon (Pat Hingle), Two-Face / Harvey
Dent (Tommy Lee Jones), Dr. Chase Meridian (Nicole Kidman), Sugar (Drew
Barrymore)
Müzik: Elliot Goldenthal, imdb puanı: 5.4
Süre: 121 dakika, Bütçe: $100,000,000, Hasılat: $336,531,112, Ödüller: 3 Oscar adaylığı, toplam 9 ödül.
Batman & Robin (1997)
Yönetmen: Joel Schumacher
Karakterler: Batman / Bruce Wayne (George Clooney), Mr. Freeze / Dr.
Victor Fries (Arnold Schwarzenegger), Alfred Pennyworth (Michael Gough),
Robin / Dick Grayson (Chris O'Donnell), James Gordon (Pat Hingle),
Batgirl / Barbara Wilson (Alicia Silverstone), Poison Ivy / Dr. Pamela
Isley (Uma Thurman), Bane (Jeep Swenson)
Müzik: Elliot Goldenthal, imdb puanı: 3.6
Süre: 125 dakika, Bütçe: $125,000,000, Hasılat: $130,000,000, Ödüller: Toplam 6 ödül.
Bütçe – Hasılat oranlarından da anlaşılacağı üzere sinema tarihinin en
başarısız iki Batman filmi. Val Kilmer ve George Clooney tarafından
canlandırılan Bruce Wayne – Batman karakteri olması gerektiği üzere
yansıtılamadığı gibi yardımcı oyuncuların neredeyse tümünün rol çalması
nedeniyle geri plana itilmiş, kakılmış bir karakter haline bürünüyor.
Bruce’un aşık olduğu karakterler sabit; akıllı, güzel ve yardıma muhtaç
kadınlar. Alfred olmaksızın bir hiç olacak olan Bruce yardımcısı Robin
ve hatta Batgirl olduğu halde kollarında güzel kadınlar ikili bir hayatı
yaşarken Gotham’ı kurtarmaya çalışıyor. Ne var ki kurgu çocuk
oyuncağına dönmüş, Batman’in özü iyice sulanmış, ünlü oyuncular
birbirinden rol kapmaya çalışırken filmler gişenin dibini boyluyor.
Genelde George Clooney’nin kötü oyunculuğu ve başarısızlığı konuşulsa da
benim için en kötü Batman Val Kilmer’dır ve kabul ediyorum ki bunda
Nicole Kidman’ın da payı vardır. O veya bu sonuç değişmiyor; bu ikiliden
Batman’in adı mahkeme kararıyla geri alınmalıdır.

Ve nihayetinde Nolan Dönemi:

Batman Begins (2005)
Yönetmen: Christopher Nolan
Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Christian Bale), Alfred (Michael
Caine), Henri Ducard - Ra's Al Ghul (Liam Neeson), Lucius Fox (Morgan
Freeman), Jim Gordon (Gary Oldman), Dr. Jonathan Crane / The Scarecrow
(Cillian Murphy), Rachel Dawes (Katie Holmes), Ra's Al Ghul (Ken
Watanabe)
Müzik: James Newton Howard, Hans Zimmer, imdb puanı: 8.3 (Top 250 #109)
Süre: 140 dakika, Bütçe: $150,000,000, Hasılat: $372,710,015, Ödüller: Oscar adayı, toplam 8 ödül.
Öncelikle belirtmeliyim ki aksini düşünenlerin azımsanmayacak sayısına
rağmen Batman Begins Nolan Dönemi’nin en sevdiğim filmidir, bunda
şüphesiz Batman ve Bruce Wayne karakterinin doğasını ve özünü anlamadaki
açlığım etkilidir. Batman Begins karakter tahlili dahil bir çok açıdan
mükemmel bir başlangıç filmi. Önceden bildiğimiz ama iyi tanımadığımız
Bruce Wayne’in düşmesi ve tekrar ayağa kalkmayı öğrenmesi üzerine kurulu
bir sinema şaheseridir karşımızdaki. Anlayan için harika diyaloglarla
bezenmiş, müthiş görüntüler eşliğinde Bruce’un kendini bulması üzerine
ruhani bir yolculuktur.
Bruce küçük yaşta ailesi öldürüldükten sonra içindeki suçluluk duygusu
yerini karanlık bir öfkeye bıraktıkça evini, tek yakını Alfred’i,
şirketini ve milyonlarını bırakarak ortadan kaybolur. Neredeyse tüm
dünyayı dolaşan ve gerektiğinde Wayne Şirketi’nden çalarak hayatta
kalmayı başaran Bruce kendini unutulmuş topraklarda cehennem benzeri bir
hapishanede bulur. Burada içindeki öfkeyle yüzleşmeye çalışan Bruce’un
kaderi Henri Ducard’ın ziyareti ile değişir. League of Shadows’un üyesi
olan Ducard Bruce’a içindeki öfkeyi ve karanlığı nasıl kontrol altına
alabileceğini öğretir. Bruce artık League of Shadows’un üyesidir fakat
son olarak kendini ispatlaması için suçlu bulunan bir çiftçiyi öldürmesi
istenince isyan çıkarır, tarikat lideri Ra’s Al-Ghul’u öldürür,
Ducard’ın hayatını kurtarır ve Gotham’ı ele geçirmiş olan organize suç
örgütünü yok etmek üzere evine döner. Burada malikanesini ve mirası olan
Wayne Şirketi’ni geri alan Bruce tesadüf eseri malikanenin altında
yarasalar ile dolu bir mağara keşfeder. Çocukluk kabusu olan yarasanın
dönüşmek istediği isimsiz kahraman için uygun bir sembol olacağını
düşünen Bruce Alfred’in de yardımıyla Batman’e dönüşür ve şehri
kötülerden temizlemeye başlar. Bruce’un bilmediği şey ise karşısında
organize bir suç örgütü değil yüzyıllardır yozlaşmış şehirleri yok
ederek insanlığı dengede tutmaya çalışan ve Gotham’ı sıradaki hedefleri
olarak belirlemiş League of Shadows’un olduğudur ve tarikatın başında
gerçek Ra’s Al-Ghul olan akıl hocası Henri Ducard vardır.

Batman Begins sadece Bruce’un geçmişini ve Batman
oluşunun hikayesini anlatmıyor aynı zamanda Bruce Wayne’in derin bir
karakter analizini de yapıyor. Bruce kendi ile olan mücadelesi yanında
babasının ismi ve mirası ile çocukluk aşkı Rachel’a olan hisleri ile de
baş etmeye çalışıyor. Yanında sadece Alfred olan Bruce kısa sürede
geçirmekte olduğu bedensel ve ruhsal değişimle başa çıkmayı başararak
neredeyse imkansızı başarıyor ve bir süper kahramana dönüşüyor. Nolan
işte bu noktada bize Burton’dan farklı olarak tamamen insani güçlerini,
öfkesini, iradesini kullanarak kahraman olan Bruce Wayne’i tüm
zayıflıklarını, iyi ve kötü yanlarını göstererek Batman’in aslında
sadece insan olduğunu anlatıyor ve Batman’i günümüzün karanlık
atmosferine uyarlıyor. Bu ise iki yönetmen ve iki dönemin en bariz farkı
oluyor.
Filmdeki karakterlerin dengesi de inanılmaz. Polis Şefi Gordon’dan tutun
Ra’s Al-Ghul’e, Alfred’e, Lucius Fox’a ve Dr. Jonathan Crane’e dek
herkes üzerine düşeni yapıyor. Gerek karakter gerekse oyuncu olarak başa
çıkması zor bir ikili olan Wayne-Bale yanında sırıtan ve ezilen tek
karakter; filmin en zayıf halkası Rachel Dawes’ı canlandıran Katie
Holmes olsa da ona bile katlanabiliyoruz, yine de olmasa çok daha iyi
olurmuş.
Batman Begins’in bir başka sevdiğim yanı da şimdiye dek gördüğüm en
güçlü kötü karakterlerden biri olan Ra’s Al-Ghul’dur. Liam Neeson sanki
bu rol için doğmuşçasına döktürüyor; Bruce’u baştan yaratıyor ve tam yok
ettiğini sanırken en iyi öğrencisi tarafından yok ediliyor. Neeson’ın
yanında Batman’in demirbaşı Alfred’e – ilk 5 uyarlamada aynı oyuncu
tarafından canlandırılmıştır – hayat veren Michael Cane faktörünü
atlamamak gerek. Ve tabii ki Christian Bale; Batman olacağını ilk
duyduğumda “benim tek Batman’im Michael Keaton’dır” şeklinde vermiş
olduğum demeci çiğ çiğ yemek durumunda kalıyorum. Michael Keaton
Batman’i harika canlandırmıştır ama Bale Bruce Wayne oluyor, Batman
oluyor, Bale istediği her şey ve herkes olabiliyor.
The Dark Knight (2008)
Yönetmen: Christopher Nolan
Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Christian Bale), Alfred (Michael
Caine), Joker (Heath Ledger), Lucius Fox (Morgan Freeman), Jim Gordon
(Gary Oldman), Dr. Jonathan Crane / Scarecrow (Cillian Murphy), Rachel
Dawes (Maggie Gyllenhaal), Harvey Dent / Two-Face (Aaron Eckhart)
Müzik: James Newton Howard, Hans Zimmer, imdb puanı: 8.9 (Top 250 #8)
Süre: 152 dakika, Bütçe: $185,000,000, Hasılat: $1,001,921,825, Ödüller: 2 Oscar ödüllü, toplam 96 ödül.
Hakkında belki de en az yazacağım, üçlemenin en sevdiğim ikinci filmi.
Batman’in kalkmayı öğrenebilmek için tekrar düştüğü, Bruce’un öfke ve
karanlıklar içinde tekrar kaybolduğu film. Nolan Dönemi hayranlarının
çoğunluğuna bakıldığında en sevilen film The Dark Knight’dır ve bunun en
büyük nedeni Heath Ledger’ın oscarlık performansı ile can verdiği Joker
karakteridir. Bu açıdan bakıldığında haklılık payları var ne var ki ben
kendi açımdan bakıyorum ve karşımda neredeyse arap saçına dönmüş
kurgusuyla oldukça konsantre bir film görüyorum.

Bruce Wayne Batman olmaya devam etmekte fakat
toparlandığı düşünülen Gotham’ın resmi güçleri kim olduğunu bilmedikleri
maskeli ve güç sahibi bu insandan korktukları için onu saf dışı
bırakmanın peşindeler. Bruce hayatını rayına oturtmaya çalışırken
Rachel’a olan hisleriyle de baş etmek zorunda. Rachel ise mesleğinin
tehlikelerine aldırmadan Gotham’ın altın çocuğu genç ve yakışıklı Harvey
Dent’e aşık. Bu sırada Joker takma isimli yüzü boyalı bir palyaço
Gotham’ın altını üstüne getirerek iyi kötü demeden herkesten çalıyor ve
tek amacı eğlenerek kaos yaratmak. Batman yüzünden tekrar yer altına
inen çeteler tek kurtuluşun Joker olduğuna kanaat getiriyor ve Joker’i
Batman’i yok etmesi için kiralıyor.
The Dark Knight Batman’in hayattaki iki amacını birden kaybettiği ve
kendisinin de kaybolduğu oldukça karanlık bir film. Karakterlerin gücü
ve çeşitliliği nedeniyle hikaye artık sadece Bruce üzerinde
odaklanmıyor. Filmin belki de en büyük kozu olan Joker ciddi anlamda
sinema tarihinin en iyi kötü karakterlerinden biri hatta Batman’deki ilk
Joker olan Jack Nicholson bile Heath Ledger’ın yanında şaka gibi
kalıyor. Ne var ki Ledger’ın ölmesi ile tüm üçlemenin kaderi değişiyor
belki de, filmde hapse gönderilen Joker serinin son filminde görünmüyor
ve Batman dişli bir düşmandan yoksun kalıyor.
Filmin sonunda Batman Gotham’a barış getirebilmek umuduyla Rachel’ın
ölümüyle çıldıran ve işi Gordon’un ailesini yok etmeye kadar götüren
Harvey Dent’in ölümünü üzerine alarak Dent’i bir halk kahramanına
dönüştürüyor. Bu duruma şahit olan tek kişi olan Jim Gordon Gotham’ın
iyiliği için eline baltayı alıp Bat Signal’ı bizzat paramparça ediyor ve
Batman karanlığa karışıyor.

Konuya değil karaktere odaklı bir Batman hayranı
olan bendeniz bu yüzden Batman Begins’in yerini hiçbir filmin
dolduramayacağını düşünmekteyim, bu nedenledir ki The Dark Knight benim
için her zaman ikinci planda kalacaktır.
The Dark Knight Rises (2012)
Yönetmen: Christopher Nolan
Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Christian Bale), Alfred (Michael
Caine), Bane (Tom Hardy), Lucius Fox (Morgan Freeman), Jim Gordon (Gary
Oldman), Dr. Jonathan Crane / Scarecrow (Cillian Murphy), Blake (Joseph
Gordon-Levitt), Catwoman / Selina Kyle (Anne Hathaway), Miranda (Marion
Cotillard), Henri Ducard - Ra's Al Ghul (Liam Neeson)
Müzik: Hans Zimmer, imdb puanı: 9.0 (Top 250 #10)
Süre: 164 dakika, Bütçe: $250,000,000, Hasılat: $268,276,424 (ilk hafta), Ödüller: ???
Harvey Dent öleli, Batman yok olalı, Bruce Wayne
inzivaya çekileli 8 yıl olmuştur. Gotham City’de her şey yolunda
görünmekte, barış kahraman sanılan ölü bir adamın anısı ile
sağlanmaktadır. Ne var ki League of Shadows’u Ra’s Al Ghul’ün ölümü
durduramamıştır, tarikatın başına geçen paralı asker Bane Gotham’ı yok
etmek için bizzat Gotham halkını kullanmaya kararlıdır. Bu sırada yetim
bir polis olan Blake’in baskısı ve Selina Kyle’a olan ilgisi yüzünden
ortaya çıkan Bruce Wayne harap olmuş vücuduna rağmen Bane’i
durdurabilmek için Batman olarak geri döner. Bruce’un farkında olmadığı
şey ise asıl düşmanının çok daha yakınında olduğudur.

The Dark Knight Rises hakkında yazılacak o kadar
şey var ki hepsini konuşmak bile filmden sonra iki saatimizi aldı. Ruh
hastası bir fanatiğin gece matinasında bir sinemaya yaptığı silahlı
soygun sonucu ölen ve yaralanan Amerikalılar’la kötü bir başlangıç yapan
The Dark Knight Rises’ın üzerindeki kara bulutlar, izleyenlerin %
70’inin nefret dolu eleştirileri ile dağılacak gibi de görünmüyor. Tüm
bu olumsuzluklara ve kötü eleştirilere inat filmi 164 dakika boyunca
soluksuz bir şekilde izledim, izlerken inanılmaz zevk aldım. The Dark
Knight Rises bir Batman Begins değil belki ama yapılan kötü eleştirileri
hak ettiğini asla düşünmüyorum. Her üçlemenin her filmi mükemmel olacak
diye bir kaide olmadığı gibi, final bölümü mükemmel olacak diye bir
kaide de yok, bunu 30 yılı aşan sinema filmi izleyiciliğim boyunca
Starwars dahil pek çok seri filmde yaşadım ve gördüm. Peki nedir The
Dark Knight Rises’ı bu kadar nefret edilesi yapan? Bu soruya “mantık
hataları dolu” cevabı ile karşılık verenlere benden bir karşılık gelsin;
“süper kahraman filminde %100 mantık aramak mantıksızlığın önde
gidenidir” kimse kusura bakmasın. Filmin beğendiğim ve beğenmediğim
yerleri mevcut tıpkı The Dark Knight’da olduğu gibi ve aslında bir
bakıma The Dark Knight Rises’ı daha bile çok beğenmiş olabilirim ve bu
ayrımı kesin olarak filmi ev ortamında dublajsız olarak izlediğimde
yapacağım.
Olumsuz yönlerinden başlayayım; Marion Cotillard’ın canlandırdığı
Miranda karakteri kesinlikle kötüydü. Nolan’ın Cotillard’ın doğum
yapmasını beklemek uğruna filmin gösterimini geciktirmesi – ve belki de
Amerika’daki katliama kadar giden bu süreç – beni deli etmeye yetiyor.
Batman Begins’de Rachel neyse The Dark Knight Rises’da Miranda onun iki
katı kötü, özellikle son sahnesinde Cotillard resmen batıyor ve öldükten
sonra canlanıp son sözü söyleyip tekrar ölmesi de kusur kalıyor. Değil
bir Nolan filminde hiçbir filmde olmaması gereken berbat bir sahne, bir
daha görmemek dileklerimle.

Kötü karakter olarak Bane’den de hazzettiğimi
söyleyemeyeceğim. Tom Hardy bakışları ile oynamış evet ama kaba kuvvetle
dağları delen bir kötü Batman’in karşısında görmek isteyeceğim bir kötü
değildi, özellikle dayak atıp dayak yemekten vücuden tükenmiş bir
Batman’in. Bane kaba kuvvetinin yanında akıllı da ama sonu “barut icat
oldu mertlik bozuldu” modunda geliyor, tek bir atışla nakavt oluyor bu
durum da bana acı acı Kara Kule’yi ve Kızıl Kral’ın sonunu hatırlatıyor,
düşündükçe sinirden kulaklarım yanıyor. Üstelik Bane filmde Bruce ve
Batman’den çok görünüyor, rol çalıyor, halefi olduğu (?) Ra’s Al-Ghul’ün
felsefesi ve asaletinden yoksun, “ben paralı askerim emir kuluyum” diye
bağırıyor resmen. Peki bu halde neden hep ortalarda geziyor, işte bunu
sevemedim.
8 yıllık inzivanın ardından ilk gördüğü zengin, güzel, akıllı ve güçlü
(Batman kadınlarına için standart üretim) Marion’a kendini kaptıran
Bruce belki Rachel’ın yokluğunu unutmaya, Rachel’ın yazdığı acı dolu
mektubu öğrenmenin şokunu atlatmaya çalışıyor. Burada senaryo ile ilgili
herhangi bir sorun yok, erkeklerde mantık aramak başlı başına
mantıksızlık olduğundan bu kısmı hemen es geçiyorum ama hiç
yakıştıramadım.
Bane irisinin Batman’i ölesiye dövdüğü sahnelerde fenalık geçirdiğimi
rahatlıkla söyleyebilirim hatta birkaç yerde inlediğimden nerdeyse
eminim.
Filmde beğenmediğim son kısım büyüyünce Robin olacak Blake’in bir otobüs
dolusu yetim çocuğu Gotham’dan ve dolayısıyla nötron bombasından
kurtarma girişimleri. Hikayenin ve kurgunun en heyecanlı yerinde araya
reklam girer gibi girmesi, filmin belki de 20 dakikasını boşu boşuna
yemesi, ölecekler ama ümit ederek ölsünler saçmalıkları beni benden
etti. Hani Gotham’da olsam bombayı direkt o sarı okul otobüsüne monte
ederdim hatta kaynak yapardım. Bu tür filmlerde saçma sapan aşk
sahnelerinden daha çok nefret ettiğim bir şey varsa o da saçma sapan
aile, baba-çocuk, ana-kız sevgi ve veda sahneleridir, önceden bilsem bir
sinema salonunu da ben basar hıncımı çıkarırdım.
Ve tabii ki bizim de katkımız olsun, yaş sınırı olan böyle bir filme
dublaj yapan ve sinemalarda dublajlı gösteren zihniyeti kınıyorum,
bulduğum yerde de gücüm yettiğince pataklayacağıma and içiyorum,
rezilsiniz.

Gelelim filmin olumlu yönlerine; Christian Bale
ve Michael Cane’in olduğu her sahne tapılasıydı. Christian Bale tamamen
aşmış, filmin yapım notlarını okurken şunlara rastladım;
Blake’i canlandıran Joseph Gordon-Levitt; “Christian üzerine Batman
kostümünü giyince rol yapmam gerekmiyordu, zaten Batman’le konuşuyordum”
diyor. Yine Bane karakterini canlandıran Tom Hardy Bale’i makyaj
masasında gördüğü ilk anda oyunculuğunu alt edebileceğini düşünmüş ama
sonrasında “Sonra sete Batman geldi. Artık Christian Bale değildi,
kesinlikle Batman’di” diyor.
2010 yılında Sam Worthington’ın Batman olabilme ihtimalini düşünmek bile
istemiyorum ve böyle bir ihtimal vardı, ve düşünmek bile istemeyen
bizzat benim düşünün artık.
Michael Cane’in cafe hikayesini anlatışı, mektup meselesini açıklayışı,
Bruce’a resti çekip evi terk edişi, mezarın başında ağlayışı ve yine
cafe sahnesi beni benden etti, bir ara ciddi ciddi gözlerim doldu ama
çok şükür sol tarafımdaki destek arkadaşımın kafama yastığı
yapıştırmasıyla kendime gelebildim.
Bruce Wayne’in hastanede Gordon’un odasına iniş sahnesi, hapishaneden
tırmanış sahnesi (leri) ve final sahnesine vuruldum, suçluyum beni bir
de siz vurun.
İki dakikalığına da olsa Ra’s Al-Ghul’ü görmek yetti de arttı.
Batpod ve Bat’i izlemek inanılmaz zevkliydi.
Filmdeki efektler, Batman’in kullandığı her bir alet edevat, Gotham semaları hep sevilesiydi, hayran olunasıydı.
Çoğu izleyici gibi Anne Hathaway’in Selina - Catwoman performansı benim
için de oldukça şaşırtıcıydı, filme çok yakışmış, role çok yakışmış çok
başarılı bir seçim. Batman Returns’deki Pfeiffer’in yerini dolduramaz
ama yine de iyiydi.

Müzikler, müziklere en son değineceğim, müzikler başlı başına bir bölümü hak ediyor çünkü.
Ve değinmeden geçemeyeceğim mantıksızlıklara gelelim.
Adamın vücudunda kıkırdağı kalmamış, omurgasındaki omur yerinden çıkana
kadar dayak yedi yine de kalktı ipsiz kuyuya tırmandı, taa Gotham’a
gitti Batman oldu günü kurtardı diyenler; Batman Begins’de Bruce kış
kıyamet elinde mavi çiçekle dağın buzun tepesine tırmandığında, tek elle
Ra’s Al-Ghul’ü uçurumun dibinden çekip sırtında onlarca kilometre
taşıdığında nerdeydiniz? Adı üstünde süper kahraman bence bulaşmayın.
Bir öpüştü iki koklaştı sonra Miranda’ya seni asla unutmayacağım dedi,
kim olduğunu da çakamadı diyenler; süper kahraman da olsa erkek milleti
kaptırdı mı kaptırıyor bence bulaşmayın.
Bomba denizde patladı diye şehir nasıl kurtulur diyenler; bir kere o
Nötron Bombası, işin içinde soğuk füzyon filan var ayrıca Gotham’ın
içinde bulunduğu coğrafi koşulları da incelemek lazım haydi açın
haritaları. Anladınız siz, bence bulaşmayın.
Ve bu da kardeşime geliyor; koskoca Gotham saldırıya uğruyor ortada
sadece polisler var nerde bu ordu nerde bu devlet diyen kardeşim, buna
filmden sonra da mantıklı bir cevap verememiştik ama bence bulaşma.
Gotham polis devleti olmuştur asker darbe yüzünden dağılmıştır filan iş
almayalım başımıza.
Ve en büyük mantıksızlık da yine kardeşim tarafından yakalandı fakat
kendisi henüz hatırlayabilmiş değil. Hatırladığında Soner, Metin, ben
toplaşıp gerekli cevabı yapıştıracağız kendisine.
Ve müzikler; ilk iki filmin müzikleri Hans Zimmer ve James Newton Howard
ortak yapımı. Benim gibi günün 20 saatini soundtrack dinleyerek
geçiren, 800’den fazla soundtrack albümü olan birinin ilk 10 listesine
giren iki muhteşem albüm. The Dark Knight Rises ise kardeşlerinden
farklı olarak ilk 3 listeme sorgusuz sualsiz ilk dinleyişimde giriş
yapan, sadece Hans Zimmer imzalı bir şaheser. Filmlerden nefret de
etseniz ne yapıp edip özellikle The Dark Knight Rises’ı baştan sona
dinlemelisiniz. Hele ki trailer müziklerini içeren expanded versiyonu
çıktığında zevkten dört köşe olacağım garanti. Bu arada Batman ve Batman
Returns’ün efsanevi müziklerini yapan usta Danny Elfman’ı saygıyla
anmadan da geçemeyeceğim. Müziksiz film ciddi anlamda tuzsuz patlamış
mısıra benziyor, güzel olsa da yenmiyor, yense de ağızda kalıcı bir tat
bırakmıyor.

Ve nihai sonuç; Nolan
Dönemi Batman üçlemesi son film olan The Dark Knight Rises’la kapanmış
bulunuyor. Bu son Batman filmi diyen Nolan tabii ki bunun son
olmadığının farkında, son olan sadece Nolan Dönemi. Maalesef belki de
bundan sadece 10 yıl sonra Batman geri dönmeye karar verecek, ürkütücü
bir ihtimal fakat belki de Batman’in oğlu babasının mirasını devralmak
isteyecek, sonuçta eğlence endüstrisinin tarihine yarasa simgesiyle
kazınmış olan bu süper kahramanı mağarasında tutmanın imkanı yok.
Şimdiye dek sinemaya uyarlanmış 7 Batman filmini izlemiş biri olarak
senarist ve yönetmen olarak çok büyük bir özveri ile çalışmış ve bana
göre harikalar yaratmış olan Christopher Nolan teşekkürü ve takdiri
sonuna kadar hak ediyor. Gerçekçiliğin bozulmaması açısından CGI yerine
11 bin figüran kullanılmış olan serinin son filmi ise bu kadar kötü
eleştiriyi hiç mi hiç hak etmiyor. Eski kafalıyımdır, verilen emeğe
saygı gösterilmesi taraftarıyımdır, pire uğruna yorgan yakılmasını doğru
bulmam. Zevkler ve renkler tartışılmaz, bu yazıdaki her bir kelime
benim şahsi görüşümdür, kimseyi kötülemek, laf sokmak, iğnelemek gibi
bir amaçla yazılmamıştır.
Yine de bence The Dark Knight Rises’a bulaşmayın.
Çünkü o Batman; hak ettiğimiz ama henüz ihtiyaç duymadığımız kahraman.
B.Kumbay / 01.08.2012