1 Eylül 2012 Cumartesi

Oyuncu King


Stephen King'in kendi eserlerinden uyarlanan 15 film ve dizide oyuncu olarak rol aldığını biliyor muydunuz? Aşağıda tam listesi yer alan kendi uyarlamalarında görünen King bunlar dışında George A. Romero'nun yönetmenliğini yaptığı 1981 yapımı Knighriders'da ve 2010 yılında yayınlanan Sons of Anarchy'nin 3. sezonu 3. bölümünde Bachman rolü ile karşımıza çıkıyor. Ve izleyenlerin gayet iyi farkettiği üzere King'e oyunculuk da yakışıyor.

2014 Under the Dome (tv dizisi) - kafedeki adam

2005 Gotham Cafe (kısa film) - Mr. Ring
2004 Kingdom Hospital (TV dizisi) - Johnny B. Goode
2002 Rose Red (TV mini-dizi) - pizzacı
1999 Storm of the Century (TV mini-dizi) Avukat / Kırık TV’de spiker
1997 The Shining (TV mini-dizi) - Cage Creed
1995 The Langoliers (TV filmi) - Tom Holby
1994 The Stand (TV mini-dizi) - Teddy Weizak
1992 Sleepwalkers - Mezarlık Bekçisi
1991
Golden Years (TV dizisi) - Otobüs Şöförü
1989 Pet Sematary - Rahip
1987 Creepshow 2 – Tır Şöförü 
1986 Maximum Overdrive – Banka ATM’sindeki Adam
1982 Creepshow - Jordy Verrill

 

B.Kumbay / 01.09.12

12 Ağustos 2012 Pazar

22/11/63

22/11/63'ün kapağı da kendisi gibi orijinal; ön kapakta gerçek ve arka kapakta kelebeğin etkilediği gerçek.


Geçmiş dik kafalıdır. Değişmek istemez. – 22/11/63

Bu yazı yer yer ispiyon içermektedir.

ABD'nin otuz beşinci başkanı John Fitzgerald Kennedy, 22 Kasım 1963 cuma günü saat 12.30'da Dallas'da Lee Harvey Oswald tarafından öldürülür. Bu ölüm soğuk savaşın hüküm sürdüğü dünya üzerinde dengelerin değişmesine yol açtığı gibi bu suikasta şahit olan birçok Amerikalının üzerinde derin izler bırakır. Bir devir bir cinayetle kapanmış, tarihin akışı bambaşka bir yöne doğru değişmiştir.

Jake Epping Maine’in Lisbon Falls kasabasında yaşayan orta yaşlı bir edebiyat öğretmenidir. Alkolik karısından boşandıktan sonra kendine yeni bir hayat kurmaya niyetli olan Jake öğrencilerine verdiği ödevleri okurken okulun hademesi olan Harry Dunning’in kompozisyonundan çok etkilenir; Harry ve ailesinin geçmişte yaşadıkları olayla dehşete düşer. Bu sırada kasabanın Şişkoburger’i ile ünlü karavandan bozma lokanta Al’s Diner’ın sahibi ve aynı zamanda Jake’in arkadaşı olan Al Templeton akciğer kanserinden ölmek üzeredir. Ölmeden Jake’e hayatının sırrını veren Al’ın aynı zamanda Jake’den hayatını ve hatta tüm tarihin akışını değiştirecek bir son isteği vardır; 9 Eylül 1958’e gidebilmesini sağlayan bir tavşan deliği keşfeden Al Jake’den J.F. Kennedy suikastını engellemesini ister. Geçmişe yaptığı kısa süreli yolculuk ve bu istek karşısında şaşkına düşen Jake, Harry ve ailesini kurtarabilmek adına bu isteği kabul eder ve George Amberson olarak 1958-1963 yılları arasında Maine, Derry, Jodie Kasabası ve Dallas’da geçireceği yaşamına ilk adımını atmış olur.






 22/11/63, 816 sayfalık bir bilimkurgu-tarih yolculuğu. Stephen King’in şimdiye dek yazmış olduğu belki de en yoğun dokuya sahip, tarz olarak benzersiz bir King kitabı. Gerek yazılı gerekse görsel olarak işlenmesi ve anlaşılması zor olan geçmişe – geleceğe yolculuk kavramını yürek burkan bir aşk hikayesi ile birleştiren, özellikle anlatım dili açısından inanılmaz başarılı bir kitap. 1960’lı yılların Amerika’sı, insanları, gelenekleri, yiyecek-içecek kültüründen tutun giyim-kuşam tarzına dek ince ayrıntılarla bezenmiş bir hikaye karşımızdaki. Tabii bu arada ana fikir olan J.F. Kennedy suikastını, suikastçı Oswald ve ailesi ile suikastın nedenlerini iki farklı insanın gözünden beş yıla yayılmış uzun bir sürede adım adım anlatan bir kitap ve bunu yaparken yoğun Amerikan kültürü barındırmasına rağmen sizi hiç sıkmıyor çünkü hikayenin temeli olan Jake karakteri o kadar sağlam kurulmuş ki ilk sayfadan itibaren Jake’le tavşan deliğinden geçiyorsunuz, Jake’in Ford’unda yolcu koltuğundasınız, Derry’de Jake’le birlikte geziyorsunuz.

22/11/63 zaman olarak değil ama mekan olarak bölünmüş bir kitap. - İki farklı - 2011’de geçen hikayenin giriş ve sonuç bölümleri oldukça kısa ve öz olmasına, 1958-1963 arasında geçen gelişme bölümü ise neredeyse beş yıl ve beş farklı mekanda geçmesine rağmen olayların gidişatındaki heyecan, akıcılık ve genel yapı kesinlikle bozulmuyor. Jake’in Maine Lisbon Falls’da başlayan geçmişe dönüş macerası yine Maine Derry’de Dunning Ailesi’ni kurtarmasıyla devam ediyor, nihayetinde Jake Jodie Kasabası’na yerleşiyor, hayatının aşkı Sadie Dunhill ile tanışıyor ve 1963 yılına kadar öğretmenlik yaparak hayatının en güzel yıllarını yaşıyor. Genelde bu tür konsantre ve detaylı bir hikayenin içerisinde aşkın işlenmiş olması hikayenin yapısını tamamen allak bullak etmeye yetecekken 22/11/63’de aşk hikayeyi tamamlayan bir unsur, kitabın ruhu ve kalbi tabii bunda karakterlerin çok sağlam olması ve King’in inanılmaz anlatım dilinin etkisi bir hayli fazla.

Karakter demişken özellikle birkaç karakterin detaylarından bahsetmeden geçemeyeceğim; Jake Epping şimdiye dek King Evreni’nde görmüş olduğum en sağlam karakterlerden biri. Yapı olarak bana Insomnia’daki Ralph ve Tılsım-Kara Ev’deki Jack Sawyer’ı hatırlatan Jake, zayıf ve güçlü yönleriyle o kadar güzel yansıtılmış; geçmişteki kişiliği ile kendi kişiliği arasında yaşadığı gelgitler o kadar güzel anlatılmış ki, kitap bittiğinde birçoğunuzun benim gibi Jake için gözyaşı dökme ihtimali bir hayli fazla.

Jake’i yaşadığı maceraya bulaştıran Al her ne kadar kitabın başında ölüyor olsa da, tuttuğu mavi kapaklı günlükle tüm hikaye boyunca adını andığımız bir karakter oluyor. Lokantasında gayet ucuza sattığı ve etrafta ne etinden yapıldığının belli olmadığı ile ilgili söylentiler dolaşan lezzetli Şişkoburger’in ana malzemesini 1958’e sürekli yapmış olduğu yolculuklardan temin ettiğini öğrenmiş olduğumuz Al bu sırada zaman-mekan çizgisine zarar vermiş ve Oswald Ailesini gözleyerek J.F. Kennedy suikastının önlenmesi için bir yol haritası çıkarmıştır.

Karakterlerden Hary Dunning Jake’in bu tehlikeli ve bilinmezlerle dolu maceraya atılması için en önemli etken. Jake’in öğretmenlik yaptığı okulda hademe olan Harry’nin bacağı aksak, bu yüzden hayatı boyunca çocukların alay konusu olan Harry bu sakatlığın nedenini kelimelere döktüğünde çocukluğunda babasının yaptığı katliamdan şans eseri kurtulduğunu öğreniyoruz. Annesi ve kardeşleri kendisi kadar şanslı olmayan Harry’ye yardım etmeye kararlı olan Jake hiç düşünmeden tavşan deliğinden geçiyor. Harry hikayenin sonunda farklı bir 2011’de yine karşımıza çıkacak.

Ve Jake’in hedefine varmasına / neredeyse varamamasına neden olan Sadie Dunhill. Yirmili yaşlarının sonlarında kötü bir evlik geçirmiş kendi halinde bir kütüphaneci olan sakar Sadie, uzun boyu, sarı saçları ve güzelliğiyle Jake’i büyüleyerek hayatının merkezi haline geliyor. Kocası Johnny tarafından saldırıya uğrayarak yüzünden yaralanan Sadie istemeyerek de olsa hastane masraflarına yardımcı olmak isteyen Jake’in finansal olarak çökmesine ve beraberinde tefeciler tarafından saldırıya uğramasına neden oluyor; yine de Jake’e olan aşkı uğruna canı pahasına Oswald’ı durdurmayı başarıyor.

Hikayenin öne çıkan karakterlerinden Deacon Simmons Jodie’deki lisenin müdürü; Jake’e görevinde yardımcı oluyor, Deacon’ın karısı olan kütüphaneci Mimi Corcoran Simmons Jake’in öğretmen olarak işe başlamasına ön ayak olan ve Jake’i Sadie ile tanıştıran isim. Ellen Dockerty ise Mimi’nin ölümü sonrası görevini bırakan Deke’in yerine geçen ve yine Sadie yardımları büyük olan lisenin müdürü. 

                                                         Marina ve Lee Harvey Oswald.


Lee Harvey Oswald askerlik görevinden sonra bir süre Rusya’da yaşayan ve nihayetinde eşi Marina ve kızı ile Dallas’a yerleşen kendi halinde fakat aşırı komünist ve şiddet yanlısı biri. Karısı Marina’ya şiddet uygulayan Lee tutunamadığı aile, arkadaş ve iş çevresinde sevilmeyen bir isim. Jake’in sürekli takibinde olduğunun bilincinde olmaksızın Teksas Okul Kitapları Deposu’nda işe giriyor ve J.F. Kennedy’yi öldürme emeliyle pusuya yatıyor. George de Mohrenschildt sözde Lee’nin arkadaşı gibi görünen ama amacı onu başta General Walker suikastını gerçekleştirmek için beynini yıkamak olan bir Sovyet göçmeni. George’un çevresindeki diğer Rus göçmenler Marina ve bebeklerine yardım etmek amacıyla sürekli Oswald Ailesi’nin çevresinde dolanıyor.

Turuncu Kart Adam – Siyah Kart Adam – Kyle; Al’ın geçmişe yaptığı yolculukların tanıdığı bir sima. Al tarafından turuncu kartlı olarak görülüyor fakat Jake - JimLa ikinci geçişini yaptığında kartının rengi siyaha dönüyor ve kendi boğazını keserek intihar ediyor.

Yeşil Kartlı Adam – Zach Long Jake’in dönüş yolculuğunda karşısına çıkıyor ve Jake’in tüm planlarını alt üst ediyor. Şapkasındaki kartın bir tür zihin-akıl testi olduğunu öğrendiğimiz Zach hangi zamandan geldiğini bilmediğimiz biri fakat kesinlikle Dünya gezegeninden olduğunu biliyoruz.

22/11/63’de daha birçok yardımcı karakter var ama yine bazı kitaplarda olduğu gibi karakterlerin fazlalığı hikayenin anlaşılmasına engel teşkil etmiyor.

Stephen King’in 22/11/63’ü yazarken yapmış olduğu araştırmanın boyutu inanılmaz. Özellikle bazı detaylar inanılmaz zevkli; kolanın geçmişte nasıl içildiği, uçağa nasıl binildiği, kimlik kartları, diplomalar, ehliyetlerin nasıl olduğunun detaylarını okumak çok zevkliydi. Yine Kennedy suikastı ve Oswald Ailesi ile ilgili tarihi bilgiler okuyucuyu çok sıkmayacak şekilde verilmiş; gerçek olayların geçtiği gerçek mekanlara bizzat giden King kitapta suikastın gerçekleştirildiği mekanları Turtle Creek’den Teksas Okul Kitapları Deposu’nın iç mekanına kadar detaylı şekilde anlatmış. Göze çarpan bir diğer detay ise suikast sonrası Jake – George’un FBI ajanı James P. Hosty ile diyalogu; okurken beni en çok heyecanlandıran bölüm olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.


                                                         Teksas Okul Kitapları Deposu

Ve gelelim hikayenin temeli olan zamanda yolculuk olgusuna. Öncelikle tavşan deliğinden 1958’e geçildikten sonra geleceğe geri dönüldüğünde sadece 2 dakikanın geçiyor olması ve geçmişe tekrar dönüldüğü anda her şeyin sıfırlanması müthiş bir kurgu. Al’ın geçmişten aldığı aynı eti yüzlerce kez gelecekte şişkoburger olarak satması, geçmişe eşya götürülebilmesi, geçmişten eşya getirilebilmesi ve tüm bunlara rağmen Jake’in her şeyin sıfırlanamayabileceği olasılığını fark etmesi. Daha sonradan Yeşil Kart Adam Zach tarafından balona benzetilen tavşan deliği, zihnin delirme derecesini ölçen yeşil-sarı-turuncu-kahverengi-siyah kart ve finaldeki 2011 senesi bana göre King’in bilimkurgu türündeki iddiasının kanıtlarıdır.

Ve final; Dünya açısından mutlu olsa da Jake açısından büyük bir yıkımla sonuçlanan final King’in oğlu Joe Hill’in eseri. Bu açıdan Hill’e teşekkürlerimi sunuyorum çünkü http://www.stephenking.com/other/112263/112263.html linkinden ulaşabileceğiniz King’in alternatif sonunda Sadie evli, çoluk çocuğa ve toruna karışmış; Jake tüm bunları internetten araştırıp görüyor ve kitap önsözünde yer alan aşağıdaki cümle ile hayal kırıklığı içerisinde bitiyor.

“To the loving eye, even smallpox scars are beautiful”.
“Aşık bir göze, çiçekbozuğu yaraları bile güzel görünür”.

(Kitabın önsözünde “Eğer aşk gerçekse, çiçekbozuğu bile bir gamze kadar sevimlidir” şeklinde çevrilmiş, ben kendi çevirimi yazmayı tercih ettim).

"Kimse palyaço kıyafeti giyip kırmızı burun takmış birinin gerçek yüzünü bilemez." - 22/11/63

Ve geldik Kara Kule bağlantılarına; Kara Kule ile bağlantısı olan ve günümüzde 39’u bulan King eserleri arasında 22/11/63 Insomnia’dan sonra en çok bağlantı içeren kitap. Kara Kule’den önce kitabın bizzat IT ile bağlantısı var, bağlantısı demek yanlış aslında çünkü kitabın bir bölümü bizzat It’in geçtiği mekanda ve zamanda geçiyor; Jake Beverly ve Richie ile konuşuyor hatta onlara dans etmesini öğretiyor. Jake Pennywise’ı görmüyor ama onu neredeyse hissediyor.

It dışında Kara Kule ilgili rastladığım kesişmeleri aşağıda sıraladım, büyük ihtimalle benim göremediklerim de vardır, sonuçta her King eserinin yolu Kara Kule’ye çıkıyor.

• 19 sayısı kitapta bir çok yerde karşımıza çıkıyor.
Jake’in Maine plakası 23383IY - 2+3+3+8+3=19,
Yine geçmişteki kırmızı-beyaz Fury’nin plakası 90-811 - 9+8+1+1=19,
Jake’in banka kasası numarası 775 - 7+7+5=19,
Dunning Ailesi 379 Kossuth Sokağı’nda oturuyor - 3+7+9=19,
Sadie’nin eski kocası John Clayton Jake’in Westbrook’daki telefon numarasını tuşluyor;
7-5430 - 7+5+4+3=19.
Lee Harvey Oswald’ın dağıttığı broşürlerden birinde geçen ifade;

"Sam Amca'nın sizi kandırmasına izin vermeyin, detayları öğrenmek için 1919 numaralı posta kutusuna yazın"

• Kaplumbağa
Beverly’nin “kaplumbağayı biliyor musun” sorusu.
Dallas’da suikastın gerçekleştiği mevki Turtle Creek.

• 19 Haziran 1999
Kara Kule IV: Susannah’nın Şarkısı’nda Stephen King’e Lovell Maine’de bir minibüsün çarptığı tarih.
Kara Kule VII: Kule’de Stephen King’e minibüs çarpacakken Jake tarafından kurtarıldığı ve Jake’in öldüğü tarih.
22/11/63’de Vermont Yankee Nükleer Reaktörü’nün patladığı tarih.

• Derry, Maine
It dahil bir çok King hikayesinin geçtiği mekan, Kara Kule’de de geçmekte.

• Takuro Spirit
Kara Kule’de geçen bir araba markası ve modeli. Jake de Dallas’ta bir Takura Spirit görüyor. 

Jackie Kennedy'ye Dallas dışında gittiği şehirlerde sarı gül verilmişti, Jackie Dallas'da ise kırmızı güllerle karşılanmıştı.



“Kaderimizin yıldızlarda yazdığına inanmıyorum ama kan kanı çeker ve zihin zihni çeker ve kalp kalbi çeker”. - 22/11/63

Ve uzun lafın kısası; 22/11/63 King’in okunması gereken en iyi kitaplarından biri. Çoğunluktaki King okurlarının “eski eserleri daha güzel, yenilerde o tat yok” düşüncesine rağmen ben yeni nesil King hikayelerini daha çok severim. Özellikle Lisey’s Story ve 22/11/63 bunların en güzel iki örneğidir. Ve yine birçok King okuru gibi ben “Kara Kule”ci değil “Stephen Kingci”yimdir; her ne kadar her yol Kara Kule’ye çıksa da bütüne baktığımda bir Pet Sematary, bir Insomnia, bir The Stand, bir Dreamcatcher ve bir 22/11/63 bana Kara Kule serisinin verdiği zevkten çok daha fazlasını vermiş, beni çok farklı dünyalara götürmüş ve bana çok farklı duygular tattırmıştır. 22/11/63 de beni geçmişe götürmesi, dünya tarihini değiştiren ve ilgi alanlarımda biri olan J.F. Kennedy suikastını bana yaşatmasıyla benim için çok önemli King kitapları arasına girmiştir.


Stephen King okunmaz, Stephen King yaşanır. 22/11/63’ü yaşamanız ve hissetmeniz dileklerimle.

B.Kumbay / 12.08.2012

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Batman ve Üç Dönem Süren Saltanatı

Bu yazı Batman serisi filmleri hakkında ağır şekilde ispiyon içermektedir.

İnsan ne yerse odur derler ya hani, aslında ne izlerse ne izleyerek büyürse o oluyor. Battlestar Galactica ve Starwars ile konuşmaya başladığım, Superman ve Batman serisi ile büyüdüğüm için ne olduğumu az çok tahmin edebilirsiniz. Ne olmadığım ise bariz şekilde ortadadır; hiçbir zaman hiçbir şeyin körlemesine fanatiği olmadım, Batman serisini anlatmaya çalışacağım bu yazıyı buna göre değerlendirmenizde fayda var.

Batman’in sinemaya uyarlanış hikayesi 1966’ya dayanır. Benim Bruce Wayne ile tanışmamsa 1990 yılını bulur. Tabii ki ilk tanıştığım ve ilk göz ağrım olan Batman Tim Burton’ın iki filmlik Batman serisidir; Bruce Wayne – Batman olarak da Michael Keaton dışında kimseyi tanımamışımdır ta ki Christopher Nolan 2005 yılında Batman Begins ile karşımıza çıkıncaya kadar.

Batman’in beyaz perdedeki yolculuğunu üç döneme ayırmak gayet mantıklı olur. Batman’in tüm dünyayı salladığı Burton Dönemi, Batman’in hızlı bir şekilde dibe çakıldığı Schumacher Dönemi ve Batman’in yeniden yükseldiği ve en tepeye tırmandığı Nolan Dönemi. Serinin tekrar sonlandığı The Dark Knight Rises öncesi belki onlarca kez izlemiş olduğum Burton Dönemi filmlerini yeniden izleyip üstüne Nolan Dönemi üçlemesini izleyince bana enfes bir Batman şöleni yaşatan filmlerden kısaca – ve uzunca – bahsetmeye çalışacağım. Bu yazıda Schumacher Dönemi’ne ait filmlerin künye bilgisi ve birkaç görsel dışında materyal bulunmayacak çünkü malum iki filmi muhteşem beş filmin büyüsünü bozmamak için ikinci kez izlemedim, bir daha da izlemeyi düşünmüyorum.

Lafı fazla uzatmadan Burton Dönemi ile başlayalım. 


Batman (1989)

Yönetmen: Tim Burton

Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Michael Keaton), Joker / Jack Napier (Jack Nicholson), Alfred Pennyworth (Michael Gough), Vicki Vale (Kim Basinger), James Gordon (Pat Hingle), Harvey Dent (Billy Dee Williams)

Müzik: Danny Elfman, imdb puanı: 7.6

Süre: 126 dakika, Bütçe: $35,000,000, Hasılat: $411,348,924, Ödüller: Oscar dahil toplam 9 ödül.

Batman, usta yönetmen Tim Burton’ın Beetle Juice’dan sonra çektiği ilk sinema filmi yani ikinci uzun metrajlı çalışması bu nedenle olsa gerek Batman’de alıştığımız ve bildiğimiz Burton tarzını tam anlamıyla göremeyiz. Filme hakim olan kara mizah atmosferi yeterli seviyede değil ama devam filmi Batman Returns’de tüm ihtişamı ile karşımıza çıkacak. Başrolde Beetle Juice’dan tanıdığımız Michael Keaton var, Keaton’ı komedyen olarak kabul eden ve Batman olmasını istemeyen fanatik hayranların film gösterime girmeden önce büyük yaygara kopardığı fakat filmi izlerken apışıp kaldıkları bilinen bir gerçek. Filmde Bruce Wayne’in hüzün dolu hayatını ilk kez görüyor olsak da hüznün altında yatan neden hakkında fazla bilgi sahibi olamıyoruz; hikayenin kötüsü Joker’in gençliğinde Bruce’un anne ve babasını zevk uğruna öldürdüğünü Bruce ile birlikte filmin finaline yakın öğreniyoruz. Ve büyük karşılaşma gerçekleştiğinde “beni sen yarattın” diyen Joker’e Batman’in cevabı “seni ben yarattım ama önce sen beni yarattın” oluyor. Geleneksel olduğu üzere Bruce Wayne’in aşık olduğu kadın akıllı, başarılı ve güzel; bu kez gazeteci-fotoğrafçı Vicki Vale olarak karşımıza çıkıyor. Joker tarafından kaçırılan Vicki’yi kurtarmak uğruna Gotham’ı alt üst eden Batman hem Vicki’yi, hem Joker’in ölümcül planını durdurarak Gotham’ı kurtarıyor ve Bat Signal gökyüzündeki mesaisine başlıyor. Gotham’ın da artık bir süper kahramanı var. 



Tıpkı ilk filmde Michael Keaton’a karşı çıkan Batman hayranları gibi ben de Michael Keaton dışında bir Batman izlemeyi asla düşünemezdim zira Val Kilmer ve George Clooney Gotham semalarında dolaşırken sinir katsayımdaki yükselmeler bunun kanıtıdır. Ne var ki Christian Bale’i Batman’den öte Bruce Wayne olarak gördüğüm ilk an bir devrin kapanmış olduğunu anladığım ilk an olmuştur. Yine de Keaton’ı Bale’den ayırt edemem, iki oyuncu aynı karakteri canlandırıyor gibi görünse de aralarında dağlar kadar fark vardır. Bu fark oyuncuların yorumu, yönetmenin tarzı, kurgudaki-senaryodaki değişiklikler ve dönemlerin farklı olmasından ileri gelse de iki tarzın da tadı başkadır; Keaton ve Bale benim için Gotham’ın değişmez demirbaşlarıdır dolayısıyla Batman ikisi olmadan düşünülemez. Keaton espritüeldir, kadınlarla arası iyidir, daha güler yüzlü ve daha sosyal bir Bruce Wayne’dir. Bale ise döneminin Batman’ine uygun olarak daha ciddi, daha depresif, öfke dolu, antisosyal, Gotham için her şeyini feda edebilecek sert bir mizaca sahiptir. İki karakterin de amacı ve yaşattığı duygular farklıdır, birbirlerini eksiksiz bir şekilde tamamlarlar gözümde.

Batman Returns (1992)

Yönetmen: Tim Burton

Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Michael Keaton), Penguin / Oswald Cobblepot (Danny DeVito), Catwoman / Selina Kyle (Michelle Pfeiffer), Alfred Pennyworth (Michael Gough), Max Shreck (Christopher Walken), James Gordon (Pat Hingle)

Müzik: Danny Elfman, imdb puanı: 7.0

Süre: 126 dakika, Bütçe: $80,000,000, Hasılat: $282,800,000, Ödüller: 2 Oscar adaylığı, toplam 2 ödül.

Batman Returns, başlangıcından daha eğlenceli ve renkli tam da alıştığımız gibi bir Burton filmi. Batman Gotham’daki görevine Bat Signal yandığı sürece devam etmektedir fakat bu kez tehlike sadece insanoğlu değildir. Gotham’ın karanlık yer altı tünellerinde yaşayan yarı insan yarı penguen bir yaratık ve Gotham’ı yok etmek isteyen kötü iş adamı Max Shreck iş birliği yapmaya karar verirler. Bu sırada kaderin sillesini çoktan yemiş olan Max’in sekreteri Selina Kyle kendini Catwoman’a dönüşmüş halde bulur ve üç cephe arasında şiddetli bir savaş baş gösterir. Bruce ve Selina yakınlaştıkça gerçek kimlikleri de ortaya çıkar, Batman ilk kez maskesini çıkarır ve sevdiği kadına açılır, ne var ki işler umduğu gibi gitmeyecektir. Batman Returns’ün bana göre en iyi karakteri ciddi anlamda güzel ve seksi bir kadın olan Michelle Pfeiffer’ın canlandırdığı Catwoman’dır. Selina Kyle’ın Catwoman’a dönüştüğü o birkaç dakikalık sahne bile inanılmazdır. Kötü penguen olarak karşımıza çıkan Danny DeVito da ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu gözler önüne serer. Karakterlerin bu kadar güçlü olduğu Batman Returns’de Bruce Wayne – Batman’in geri plana düşmemesi ise Michael Keaton’ın ve Tim Burton’ın başarısıdır. Gotham’ın karanlık yer altı tünellerinde sarı bir ördekle penguenler eşliğinde gezilen bir atmosferin katkısıyla Batman Returns’ün favori Burton Dönemi filmi olduğunu söyleyebilirim. İzlemesi çok zevkli, harika bir oyunculuk ve kurgu ile karşımıza çıkan Batman Returns’ün efektleri de 90’lı yılların öncülerindendir. Batman ilk kez Batman Returns’de kötü adam olarak gösterilir, polisleri peşine takar fakat yine biricik dostu Alfred’in yardımlarıyla kendini aklamanın bir yolunu bulur. Yine de tüm bunlar yalnızlığına çare olmaz, bir Noel akşamı karlar altında muhteşem malikanesine gözleri Selina’yı arar halde geri döner. 


  
 Gelelim Schumacher Dönemi’ne.

Batman Forever (1995)

Yönetmen: Joel Schumacher

Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Val Kilmer), Riddler / Dr. Edward Nygma (Jim Carrey), Alfred Pennyworth (Michael Gough), Robin / Dick Grayson (Chris O'Donnell), James Gordon (Pat Hingle), Two-Face / Harvey Dent (Tommy Lee Jones), Dr. Chase Meridian (Nicole Kidman), Sugar (Drew Barrymore)

Müzik: Elliot Goldenthal, imdb puanı: 5.4

Süre: 121 dakika, Bütçe: $100,000,000, Hasılat: $336,531,112, Ödüller: 3 Oscar adaylığı, toplam 9 ödül.


Batman & Robin (1997)

Yönetmen: Joel Schumacher

Karakterler: Batman / Bruce Wayne (George Clooney), Mr. Freeze / Dr. Victor Fries (Arnold Schwarzenegger), Alfred Pennyworth (Michael Gough), Robin / Dick Grayson (Chris O'Donnell), James Gordon (Pat Hingle), Batgirl / Barbara Wilson (Alicia Silverstone), Poison Ivy / Dr. Pamela Isley (Uma Thurman), Bane (Jeep Swenson)

Müzik: Elliot Goldenthal, imdb puanı: 3.6

Süre: 125 dakika, Bütçe: $125,000,000, Hasılat: $130,000,000, Ödüller: Toplam 6 ödül.


Bütçe – Hasılat oranlarından da anlaşılacağı üzere sinema tarihinin en başarısız iki Batman filmi. Val Kilmer ve George Clooney tarafından canlandırılan Bruce Wayne – Batman karakteri olması gerektiği üzere yansıtılamadığı gibi yardımcı oyuncuların neredeyse tümünün rol çalması nedeniyle geri plana itilmiş, kakılmış bir karakter haline bürünüyor. Bruce’un aşık olduğu karakterler sabit; akıllı, güzel ve yardıma muhtaç kadınlar. Alfred olmaksızın bir hiç olacak olan Bruce yardımcısı Robin ve hatta Batgirl olduğu halde kollarında güzel kadınlar ikili bir hayatı yaşarken Gotham’ı kurtarmaya çalışıyor. Ne var ki kurgu çocuk oyuncağına dönmüş, Batman’in özü iyice sulanmış, ünlü oyuncular birbirinden rol kapmaya çalışırken filmler gişenin dibini boyluyor. Genelde George Clooney’nin kötü oyunculuğu ve başarısızlığı konuşulsa da benim için en kötü Batman Val Kilmer’dır ve kabul ediyorum ki bunda Nicole Kidman’ın da payı vardır. O veya bu sonuç değişmiyor; bu ikiliden Batman’in adı mahkeme kararıyla geri alınmalıdır. 



Ve nihayetinde Nolan Dönemi:  


Batman Begins (2005)

Yönetmen: Christopher Nolan

Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Christian Bale), Alfred (Michael Caine), Henri Ducard - Ra's Al Ghul (Liam Neeson), Lucius Fox (Morgan Freeman), Jim Gordon (Gary Oldman), Dr. Jonathan Crane / The Scarecrow (Cillian Murphy), Rachel Dawes (Katie Holmes), Ra's Al Ghul (Ken Watanabe)
Müzik: James Newton Howard, Hans Zimmer, imdb puanı: 8.3 (Top 250 #109)

Süre: 140 dakika, Bütçe: $150,000,000, Hasılat: $372,710,015, Ödüller: Oscar adayı, toplam 8 ödül.

Öncelikle belirtmeliyim ki aksini düşünenlerin azımsanmayacak sayısına rağmen Batman Begins Nolan Dönemi’nin en sevdiğim filmidir, bunda şüphesiz Batman ve Bruce Wayne karakterinin doğasını ve özünü anlamadaki açlığım etkilidir. Batman Begins karakter tahlili dahil bir çok açıdan mükemmel bir başlangıç filmi. Önceden bildiğimiz ama iyi tanımadığımız Bruce Wayne’in düşmesi ve tekrar ayağa kalkmayı öğrenmesi üzerine kurulu bir sinema şaheseridir karşımızdaki. Anlayan için harika diyaloglarla bezenmiş, müthiş görüntüler eşliğinde Bruce’un kendini bulması üzerine ruhani bir yolculuktur.

Bruce küçük yaşta ailesi öldürüldükten sonra içindeki suçluluk duygusu yerini karanlık bir öfkeye bıraktıkça evini, tek yakını Alfred’i, şirketini ve milyonlarını bırakarak ortadan kaybolur. Neredeyse tüm dünyayı dolaşan ve gerektiğinde Wayne Şirketi’nden çalarak hayatta kalmayı başaran Bruce kendini unutulmuş topraklarda cehennem benzeri bir hapishanede bulur. Burada içindeki öfkeyle yüzleşmeye çalışan Bruce’un kaderi Henri Ducard’ın ziyareti ile değişir. League of Shadows’un üyesi olan Ducard Bruce’a içindeki öfkeyi ve karanlığı nasıl kontrol altına alabileceğini öğretir. Bruce artık League of Shadows’un üyesidir fakat son olarak kendini ispatlaması için suçlu bulunan bir çiftçiyi öldürmesi istenince isyan çıkarır, tarikat lideri Ra’s Al-Ghul’u öldürür, Ducard’ın hayatını kurtarır ve Gotham’ı ele geçirmiş olan organize suç örgütünü yok etmek üzere evine döner. Burada malikanesini ve mirası olan Wayne Şirketi’ni geri alan Bruce tesadüf eseri malikanenin altında yarasalar ile dolu bir mağara keşfeder. Çocukluk kabusu olan yarasanın dönüşmek istediği isimsiz kahraman için uygun bir sembol olacağını düşünen Bruce Alfred’in de yardımıyla Batman’e dönüşür ve şehri kötülerden temizlemeye başlar. Bruce’un bilmediği şey ise karşısında organize bir suç örgütü değil yüzyıllardır yozlaşmış şehirleri yok ederek insanlığı dengede tutmaya çalışan ve Gotham’ı sıradaki hedefleri olarak belirlemiş League of Shadows’un olduğudur ve tarikatın başında gerçek Ra’s Al-Ghul olan akıl hocası Henri Ducard vardır. 



 Batman Begins sadece Bruce’un geçmişini ve Batman oluşunun hikayesini anlatmıyor aynı zamanda Bruce Wayne’in derin bir karakter analizini de yapıyor. Bruce kendi ile olan mücadelesi yanında babasının ismi ve mirası ile çocukluk aşkı Rachel’a olan hisleri ile de baş etmeye çalışıyor. Yanında sadece Alfred olan Bruce kısa sürede geçirmekte olduğu bedensel ve ruhsal değişimle başa çıkmayı başararak neredeyse imkansızı başarıyor ve bir süper kahramana dönüşüyor. Nolan işte bu noktada bize Burton’dan farklı olarak tamamen insani güçlerini, öfkesini, iradesini kullanarak kahraman olan Bruce Wayne’i tüm zayıflıklarını, iyi ve kötü yanlarını göstererek Batman’in aslında sadece insan olduğunu anlatıyor ve Batman’i günümüzün karanlık atmosferine uyarlıyor. Bu ise iki yönetmen ve iki dönemin en bariz farkı oluyor.

Filmdeki karakterlerin dengesi de inanılmaz. Polis Şefi Gordon’dan tutun Ra’s Al-Ghul’e, Alfred’e, Lucius Fox’a ve Dr. Jonathan Crane’e dek herkes üzerine düşeni yapıyor. Gerek karakter gerekse oyuncu olarak başa çıkması zor bir ikili olan Wayne-Bale yanında sırıtan ve ezilen tek karakter; filmin en zayıf halkası Rachel Dawes’ı canlandıran Katie Holmes olsa da ona bile katlanabiliyoruz, yine de olmasa çok daha iyi olurmuş.

Batman Begins’in bir başka sevdiğim yanı da şimdiye dek gördüğüm en güçlü kötü karakterlerden biri olan Ra’s Al-Ghul’dur. Liam Neeson sanki bu rol için doğmuşçasına döktürüyor; Bruce’u baştan yaratıyor ve tam yok ettiğini sanırken en iyi öğrencisi tarafından yok ediliyor. Neeson’ın yanında Batman’in demirbaşı Alfred’e – ilk 5 uyarlamada aynı oyuncu tarafından canlandırılmıştır – hayat veren Michael Cane faktörünü atlamamak gerek. Ve tabii ki Christian Bale; Batman olacağını ilk duyduğumda “benim tek Batman’im Michael Keaton’dır” şeklinde vermiş olduğum demeci çiğ çiğ yemek durumunda kalıyorum. Michael Keaton Batman’i harika canlandırmıştır ama Bale Bruce Wayne oluyor, Batman oluyor, Bale istediği her şey ve herkes olabiliyor. 





The Dark Knight (2008)

Yönetmen: Christopher Nolan

Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Christian Bale), Alfred (Michael Caine), Joker (Heath Ledger), Lucius Fox (Morgan Freeman), Jim Gordon (Gary Oldman), Dr. Jonathan Crane / Scarecrow (Cillian Murphy), Rachel Dawes (Maggie Gyllenhaal), Harvey Dent / Two-Face (Aaron Eckhart)
Müzik: James Newton Howard, Hans Zimmer, imdb puanı: 8.9 (Top 250 #8)

Süre: 152 dakika, Bütçe: $185,000,000, Hasılat: $1,001,921,825, Ödüller: 2 Oscar ödüllü, toplam 96 ödül.

Hakkında belki de en az yazacağım, üçlemenin en sevdiğim ikinci filmi. Batman’in kalkmayı öğrenebilmek için tekrar düştüğü, Bruce’un öfke ve karanlıklar içinde tekrar kaybolduğu film. Nolan Dönemi hayranlarının çoğunluğuna bakıldığında en sevilen film The Dark Knight’dır ve bunun en büyük nedeni Heath Ledger’ın oscarlık performansı ile can verdiği Joker karakteridir. Bu açıdan bakıldığında haklılık payları var ne var ki ben kendi açımdan bakıyorum ve karşımda neredeyse arap saçına dönmüş kurgusuyla oldukça konsantre bir film görüyorum. 



Bruce Wayne Batman olmaya devam etmekte fakat toparlandığı düşünülen Gotham’ın resmi güçleri kim olduğunu bilmedikleri maskeli ve güç sahibi bu insandan korktukları için onu saf dışı bırakmanın peşindeler. Bruce hayatını rayına oturtmaya çalışırken Rachel’a olan hisleriyle de baş etmek zorunda. Rachel ise mesleğinin tehlikelerine aldırmadan Gotham’ın altın çocuğu genç ve yakışıklı Harvey Dent’e aşık. Bu sırada Joker takma isimli yüzü boyalı bir palyaço Gotham’ın altını üstüne getirerek iyi kötü demeden herkesten çalıyor ve tek amacı eğlenerek kaos yaratmak. Batman yüzünden tekrar yer altına inen çeteler tek kurtuluşun Joker olduğuna kanaat getiriyor ve Joker’i Batman’i yok etmesi için kiralıyor.

The Dark Knight Batman’in hayattaki iki amacını birden kaybettiği ve kendisinin de kaybolduğu oldukça karanlık bir film. Karakterlerin gücü ve çeşitliliği nedeniyle hikaye artık sadece Bruce üzerinde odaklanmıyor. Filmin belki de en büyük kozu olan Joker ciddi anlamda sinema tarihinin en iyi kötü karakterlerinden biri hatta Batman’deki ilk Joker olan Jack Nicholson bile Heath Ledger’ın yanında şaka gibi kalıyor. Ne var ki Ledger’ın ölmesi ile tüm üçlemenin kaderi değişiyor belki de, filmde hapse gönderilen Joker serinin son filminde görünmüyor ve Batman dişli bir düşmandan yoksun kalıyor.

Filmin sonunda Batman Gotham’a barış getirebilmek umuduyla Rachel’ın ölümüyle çıldıran ve işi Gordon’un ailesini yok etmeye kadar götüren Harvey Dent’in ölümünü üzerine alarak Dent’i bir halk kahramanına dönüştürüyor. Bu duruma şahit olan tek kişi olan Jim Gordon Gotham’ın iyiliği için eline baltayı alıp Bat Signal’ı bizzat paramparça ediyor ve Batman karanlığa karışıyor. 






Konuya değil karaktere odaklı bir Batman hayranı olan bendeniz bu yüzden Batman Begins’in yerini hiçbir filmin dolduramayacağını düşünmekteyim, bu nedenledir ki The Dark Knight benim için her zaman ikinci planda kalacaktır.  


The Dark Knight Rises (2012)

Yönetmen: Christopher Nolan

Karakterler: Batman / Bruce Wayne (Christian Bale), Alfred (Michael Caine), Bane (Tom Hardy), Lucius Fox (Morgan Freeman), Jim Gordon (Gary Oldman), Dr. Jonathan Crane / Scarecrow (Cillian Murphy), Blake (Joseph Gordon-Levitt), Catwoman / Selina Kyle (Anne Hathaway), Miranda (Marion Cotillard), Henri Ducard - Ra's Al Ghul (Liam Neeson)

Müzik: Hans Zimmer, imdb puanı: 9.0 (Top 250 #10)

Süre: 164 dakika, Bütçe: $250,000,000, Hasılat: $268,276,424 (ilk hafta), Ödüller:
???

Harvey Dent öleli, Batman yok olalı, Bruce Wayne inzivaya çekileli 8 yıl olmuştur. Gotham City’de her şey yolunda görünmekte, barış kahraman sanılan ölü bir adamın anısı ile sağlanmaktadır. Ne var ki League of Shadows’u Ra’s Al Ghul’ün ölümü durduramamıştır, tarikatın başına geçen paralı asker Bane Gotham’ı yok etmek için bizzat Gotham halkını kullanmaya kararlıdır. Bu sırada yetim bir polis olan Blake’in baskısı ve Selina Kyle’a olan ilgisi yüzünden ortaya çıkan Bruce Wayne harap olmuş vücuduna rağmen Bane’i durdurabilmek için Batman olarak geri döner. Bruce’un farkında olmadığı şey ise asıl düşmanının çok daha yakınında olduğudur.
  


The Dark Knight Rises hakkında yazılacak o kadar şey var ki hepsini konuşmak bile filmden sonra iki saatimizi aldı. Ruh hastası bir fanatiğin gece matinasında bir sinemaya yaptığı silahlı soygun sonucu ölen ve yaralanan Amerikalılar’la kötü bir başlangıç yapan The Dark Knight Rises’ın üzerindeki kara bulutlar, izleyenlerin % 70’inin nefret dolu eleştirileri ile dağılacak gibi de görünmüyor. Tüm bu olumsuzluklara ve kötü eleştirilere inat filmi 164 dakika boyunca soluksuz bir şekilde izledim, izlerken inanılmaz zevk aldım. The Dark Knight Rises bir Batman Begins değil belki ama yapılan kötü eleştirileri hak ettiğini asla düşünmüyorum. Her üçlemenin her filmi mükemmel olacak diye bir kaide olmadığı gibi, final bölümü mükemmel olacak diye bir kaide de yok, bunu 30 yılı aşan sinema filmi izleyiciliğim boyunca Starwars dahil pek çok seri filmde yaşadım ve gördüm. Peki nedir The Dark Knight Rises’ı bu kadar nefret edilesi yapan? Bu soruya “mantık hataları dolu” cevabı ile karşılık verenlere benden bir karşılık gelsin; “süper kahraman filminde %100 mantık aramak mantıksızlığın önde gidenidir” kimse kusura bakmasın. Filmin beğendiğim ve beğenmediğim yerleri mevcut tıpkı The Dark Knight’da olduğu gibi ve aslında bir bakıma The Dark Knight Rises’ı daha bile çok beğenmiş olabilirim ve bu ayrımı kesin olarak filmi ev ortamında dublajsız olarak izlediğimde yapacağım.

Olumsuz yönlerinden başlayayım; Marion Cotillard’ın canlandırdığı Miranda karakteri kesinlikle kötüydü. Nolan’ın Cotillard’ın doğum yapmasını beklemek uğruna filmin gösterimini geciktirmesi – ve belki de Amerika’daki katliama kadar giden bu süreç – beni deli etmeye yetiyor. Batman Begins’de Rachel neyse The Dark Knight Rises’da Miranda onun iki katı kötü, özellikle son sahnesinde Cotillard resmen batıyor ve öldükten sonra canlanıp son sözü söyleyip tekrar ölmesi de kusur kalıyor. Değil bir Nolan filminde hiçbir filmde olmaması gereken berbat bir sahne, bir daha görmemek dileklerimle. 



 Kötü karakter olarak Bane’den de hazzettiğimi söyleyemeyeceğim. Tom Hardy bakışları ile oynamış evet ama kaba kuvvetle dağları delen bir kötü Batman’in karşısında görmek isteyeceğim bir kötü değildi, özellikle dayak atıp dayak yemekten vücuden tükenmiş bir Batman’in. Bane kaba kuvvetinin yanında akıllı da ama sonu “barut icat oldu mertlik bozuldu” modunda geliyor, tek bir atışla nakavt oluyor bu durum da bana acı acı Kara Kule’yi ve Kızıl Kral’ın sonunu hatırlatıyor, düşündükçe sinirden kulaklarım yanıyor. Üstelik Bane filmde Bruce ve Batman’den çok görünüyor, rol çalıyor, halefi olduğu (?) Ra’s Al-Ghul’ün felsefesi ve asaletinden yoksun, “ben paralı askerim emir kuluyum” diye bağırıyor resmen. Peki bu halde neden hep ortalarda geziyor, işte bunu sevemedim.

8 yıllık inzivanın ardından ilk gördüğü zengin, güzel, akıllı ve güçlü (Batman kadınlarına için standart üretim) Marion’a kendini kaptıran Bruce belki Rachel’ın yokluğunu unutmaya, Rachel’ın yazdığı acı dolu mektubu öğrenmenin şokunu atlatmaya çalışıyor. Burada senaryo ile ilgili herhangi bir sorun yok, erkeklerde mantık aramak başlı başına mantıksızlık olduğundan bu kısmı hemen es geçiyorum ama hiç yakıştıramadım.

Bane irisinin Batman’i ölesiye dövdüğü sahnelerde fenalık geçirdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim hatta birkaç yerde inlediğimden nerdeyse eminim.

Filmde beğenmediğim son kısım büyüyünce Robin olacak Blake’in bir otobüs dolusu yetim çocuğu Gotham’dan ve dolayısıyla nötron bombasından kurtarma girişimleri. Hikayenin ve kurgunun en heyecanlı yerinde araya reklam girer gibi girmesi, filmin belki de 20 dakikasını boşu boşuna yemesi, ölecekler ama ümit ederek ölsünler saçmalıkları beni benden etti. Hani Gotham’da olsam bombayı direkt o sarı okul otobüsüne monte ederdim hatta kaynak yapardım. Bu tür filmlerde saçma sapan aşk sahnelerinden daha çok nefret ettiğim bir şey varsa o da saçma sapan aile, baba-çocuk, ana-kız sevgi ve veda sahneleridir, önceden bilsem bir sinema salonunu da ben basar hıncımı çıkarırdım.

Ve tabii ki bizim de katkımız olsun, yaş sınırı olan böyle bir filme dublaj yapan ve sinemalarda dublajlı gösteren zihniyeti kınıyorum, bulduğum yerde de gücüm yettiğince pataklayacağıma and içiyorum, rezilsiniz. 





Gelelim filmin olumlu yönlerine; Christian Bale ve Michael Cane’in olduğu her sahne tapılasıydı. Christian Bale tamamen aşmış, filmin yapım notlarını okurken şunlara rastladım;

Blake’i canlandıran Joseph Gordon-Levitt; “Christian üzerine Batman kostümünü giyince rol yapmam gerekmiyordu, zaten Batman’le konuşuyordum” diyor. Yine Bane karakterini canlandıran Tom Hardy Bale’i makyaj masasında gördüğü ilk anda oyunculuğunu alt edebileceğini düşünmüş ama sonrasında “Sonra sete Batman geldi. Artık Christian Bale değildi, kesinlikle Batman’di” diyor.

2010 yılında Sam Worthington’ın Batman olabilme ihtimalini düşünmek bile istemiyorum ve böyle bir ihtimal vardı, ve düşünmek bile istemeyen bizzat benim düşünün artık.

Michael Cane’in cafe hikayesini anlatışı, mektup meselesini açıklayışı, Bruce’a resti çekip evi terk edişi, mezarın başında ağlayışı ve yine cafe sahnesi beni benden etti, bir ara ciddi ciddi gözlerim doldu ama çok şükür sol tarafımdaki destek arkadaşımın kafama yastığı yapıştırmasıyla kendime gelebildim.

Bruce Wayne’in hastanede Gordon’un odasına iniş sahnesi, hapishaneden tırmanış sahnesi (leri) ve final sahnesine vuruldum, suçluyum beni bir de siz vurun.

İki dakikalığına da olsa Ra’s Al-Ghul’ü görmek yetti de arttı.

Batpod ve Bat’i izlemek inanılmaz zevkliydi.

Filmdeki efektler, Batman’in kullandığı her bir alet edevat, Gotham semaları hep sevilesiydi, hayran olunasıydı.

Çoğu izleyici gibi Anne Hathaway’in Selina - Catwoman performansı benim için de oldukça şaşırtıcıydı, filme çok yakışmış, role çok yakışmış çok başarılı bir seçim. Batman Returns’deki Pfeiffer’in yerini dolduramaz ama yine de iyiydi.  





Müzikler, müziklere en son değineceğim, müzikler başlı başına bir bölümü hak ediyor çünkü.

Ve değinmeden geçemeyeceğim mantıksızlıklara gelelim.

Adamın vücudunda kıkırdağı kalmamış, omurgasındaki omur yerinden çıkana kadar dayak yedi yine de kalktı ipsiz kuyuya tırmandı, taa Gotham’a gitti Batman oldu günü kurtardı diyenler; Batman Begins’de Bruce kış kıyamet elinde mavi çiçekle dağın buzun tepesine tırmandığında, tek elle Ra’s Al-Ghul’ü uçurumun dibinden çekip sırtında onlarca kilometre taşıdığında nerdeydiniz? Adı üstünde süper kahraman bence bulaşmayın.

Bir öpüştü iki koklaştı sonra Miranda’ya seni asla unutmayacağım dedi, kim olduğunu da çakamadı diyenler; süper kahraman da olsa erkek milleti kaptırdı mı kaptırıyor bence bulaşmayın.

Bomba denizde patladı diye şehir nasıl kurtulur diyenler; bir kere o Nötron Bombası, işin içinde soğuk füzyon filan var ayrıca Gotham’ın içinde bulunduğu coğrafi koşulları da incelemek lazım haydi açın haritaları. Anladınız siz, bence bulaşmayın.

Ve bu da kardeşime geliyor; koskoca Gotham saldırıya uğruyor ortada sadece polisler var nerde bu ordu nerde bu devlet diyen kardeşim, buna filmden sonra da mantıklı bir cevap verememiştik ama bence bulaşma. Gotham polis devleti olmuştur asker darbe yüzünden dağılmıştır filan iş almayalım başımıza.

Ve en büyük mantıksızlık da yine kardeşim tarafından yakalandı fakat kendisi henüz hatırlayabilmiş değil. Hatırladığında Soner, Metin, ben toplaşıp gerekli cevabı yapıştıracağız kendisine.

Ve müzikler; ilk iki filmin müzikleri Hans Zimmer ve James Newton Howard ortak yapımı. Benim gibi günün 20 saatini soundtrack dinleyerek geçiren, 800’den fazla soundtrack albümü olan birinin ilk 10 listesine giren iki muhteşem albüm. The Dark Knight Rises ise kardeşlerinden farklı olarak ilk 3 listeme sorgusuz sualsiz ilk dinleyişimde giriş yapan, sadece Hans Zimmer imzalı bir şaheser. Filmlerden nefret de etseniz ne yapıp edip özellikle The Dark Knight Rises’ı baştan sona dinlemelisiniz. Hele ki trailer müziklerini içeren expanded versiyonu çıktığında zevkten dört köşe olacağım garanti. Bu arada Batman ve Batman Returns’ün efsanevi müziklerini yapan usta Danny Elfman’ı saygıyla anmadan da geçemeyeceğim. Müziksiz film ciddi anlamda tuzsuz patlamış mısıra benziyor, güzel olsa da yenmiyor, yense de ağızda kalıcı bir tat bırakmıyor.  




Ve nihai sonuç; Nolan Dönemi Batman üçlemesi son film olan The Dark Knight Rises’la kapanmış bulunuyor. Bu son Batman filmi diyen Nolan tabii ki bunun son olmadığının farkında, son olan sadece Nolan Dönemi. Maalesef belki de bundan sadece 10 yıl sonra Batman geri dönmeye karar verecek, ürkütücü bir ihtimal fakat belki de Batman’in oğlu babasının mirasını devralmak isteyecek, sonuçta eğlence endüstrisinin tarihine yarasa simgesiyle kazınmış olan bu süper kahramanı mağarasında tutmanın imkanı yok. Şimdiye dek sinemaya uyarlanmış 7 Batman filmini izlemiş biri olarak senarist ve yönetmen olarak çok büyük bir özveri ile çalışmış ve bana göre harikalar yaratmış olan Christopher Nolan teşekkürü ve takdiri sonuna kadar hak ediyor. Gerçekçiliğin bozulmaması açısından CGI yerine 11 bin figüran kullanılmış olan serinin son filmi ise bu kadar kötü eleştiriyi hiç mi hiç hak etmiyor. Eski kafalıyımdır, verilen emeğe saygı gösterilmesi taraftarıyımdır, pire uğruna yorgan yakılmasını doğru bulmam. Zevkler ve renkler tartışılmaz, bu yazıdaki her bir kelime benim şahsi görüşümdür, kimseyi kötülemek, laf sokmak, iğnelemek gibi bir amaçla yazılmamıştır.

Yine de bence The Dark Knight Rises’a bulaşmayın.

Çünkü o Batman; hak ettiğimiz ama henüz ihtiyaç duymadığımız kahraman.



B.Kumbay / 01.08.2012




17 Haziran 2012 Pazar

The Flowers of War


Bazen gerçek, duymaya ihtiyacımız olan son şeydir.

Tokyo'daki Japon Genelkurmayı 1 Aralık 1937’de Çin Cumhuriyeti'nin başkenti Nanjing'in ele geçirilmesi emrini Çin Merkez komutanlığına gönderir. İşgalin ortalarında Nanjing resmen teslim olur buna rağmen Nanjing Katliamı veya bilinen diğer adıyla Nanking Tecavüzü 6 hafta sürer, Japonlar 300.000 Çinli’yi inanılmaz işkencelerle katleder; 20.000-80.000 kadına tecavüz edilir, bebekler öldürülür, kılıçla en fazla kaç kişi öldürürüz yarışmaları düzenlenir, katledilmiş insanlarla hatıra fotoğrafları çektirilir. Çin’le yetinmeyen Japonların Pearl Harbour’a saldırması sonrası Amerika’nın gönderdiği atom bombalarıyla sona erer bu kanlı savaş; kanı kan durdurur.

The Flowers of War, Nanjing Katliamı’nın hikayesini bir avuç Çinli askere komuta eden ve ölümüne savaşan bir Binbaşı, Amerikalı bir cenaze levazımatçısı, manastırda yaşayan 12 yaşında kız öğrenciler ve onları korumaya çalışan rahibin oğlu ile savaştan kaçmak için manastıra sığınan hayat kadınlarının gözünden anlatıyor bizlere. Anlatmıyor yaşatıyor, içimize işletiyor, bir kurşun misali vurup geçiyor insanlığımızın tam orta yerinden. 


Hikaye birkaç karakter etrafında geçiyor; bu karakterler birbirine o kadar uzaklar ki ama sonrasında bir o kadar da yakınlaşıyorlar. Hikayenin başlangıcını manastırlarının güvenli ortamına ulaşabilmek için savaşın orta yerinde peşlerinde Japon askerleri olduğu halde kaçan kız öğrenciler yapıyor. Arkalarında arkadaşlarının ölü bedenlerini bırakarak yaptıkları bu kanlı yolculuk yerini Binbaşı Li ve geride kalmış bir avuç Çinli askerin onları kurtarmak uğruna girdikleri hayatlarının son savaşına bırakıyor. Bu sırada manastıra ölen rahibin defin işlemleri için gelen Amerikalı John Miller’ın tek derdi para, yatacak rahat bir yer ve içki olsa da; kızların kendisine ihtiyacı olduğunu anlıyor Miller, ona o kadar ihtiyaçları var ki onsuz hayatta kalamayacaklar. Rahip üniformasını giyen Miller ve masum çocukların hikayesi manastıra Nanjing’in en ünlü hayat kadınlarının gelmesiyle birden değişiyor. Birbirini ve onu sevmeyen iki taraf arasında kalan Miller kurtulmaya çalıştığı bu savaşta aslında kurtarmak için var olduğunu anlıyor; acı bir olayın sonunda çok acı bir şekilde. 

İzlediğimizde içimize işleyen, hayatın acı gerçeklerini gösterdiği için insanoğluna lanetler okuduğumuz filmler vardır ya hani, The Flowers of War o filmlerden biri işte. Film birebir uyarlama olmasa da hikayenin içinde geçtiği kurgu, şehir, ülke, dünya bize ait; tarih kitabımızın belki de en kanlı, en vahşi sayfasında yer alıyor. Yüzünüz hep asık izliyorsunuz filmi, zaman zaman gözleriniz doluyor, zaman zaman gözleriniz kapanıyor gerçekleri görmemek için ama gözlerinizi kapatmak gerçekleri değiştirmiyor, değiştirmeyecek de.

Filmin yönetmeni, senaryosu, oyuncuları, müzikleri, kurgusu, atmosferi için tek bir şey söylememe bile gerek yok, bundan daha iyisinin olabileceğini düşünmüyorum. Özellikle Christian Bale’in asıl Oscar alması gereken performansı kesinlikle John Miller karakteridir. Yönetmen Yimou Zhang harika bir film çıkarmış ortaya, savaş sahneleri ve ufak detaylar inanılmaz. Hikaye öyle bir kurgulanmış ki, gözümüzle açık seçik görmediğimiz vahşetin orada olduğunu açık seçik biliyoruz. Katliam ve tecavüz ile bezenmiş bir savaşı insanlığımızı koruyan perdeler ardından izliyoruz ve bu kurgu filmin etkisini kat ve kat artırıyor. 


The Flowers of War’daki karakterler de inanılmaz, birbirine yabancı tüm o insanların nasıl birbirine bağlandığı; insanın insanla olan psikolojik savaşının var olan savaştan da ağır olması o kadar güzel yansıtılmış ki. Hayata karşı kaya kadar sertleşmiş ve geçimlerini bedenlerini satarak kazanan güzel kadınların milletlerini savunan çaresiz askerlere karşı davranışları; amacı para bulmak olan yabancı bir adamın hiç tanımadığı birkaç çocuk için hayatından vazgeçmesi; başlarda birbirine düşman olan aynı ülkenin insanlarının sonunda yaptıkları fedakarlıklar; ne kadar yazmaya çalışsam da anlatılmaz izlemek ve olabildiğince yaşamak gerek.

The Flowers of War tarihin pek bilmediğimiz karanlık bir çağını olabildiğince yalın bir şekilde anlatan; benzerleri gibi insanoğlunun karanlık ve dehşetle dolu ruhunun aynı insanoğlunun yaşamak ve yaşatmak için her türlü fedakarlığı yapan beyaz ve aydınlık ruhu ile çatışmasını gözler önüne seren çok başarılı bir tarihi drama. 146 dakikalık uzun süresine rağmen tek bir sahnede dahi sıkılmadığım, içim ürpererek ve göğsümde bir ağırlıkla izlediğim, beni derinden etkileyen filmlerden biri. Tarihte atom bombası ile katliama uğramış, barışçıl ve sevgi dolu bir ulus olarak tanıdığım Japonların özünde sadece “insanoğlu” olduğunu fark etmemi sağlayan bir film. Din uğruna, toprak uğruna, altın uğruna, aşk uğruna hatta hiçbir nedene ihtiyaç duymaksızın hemcinsini, kardeşini, kadını, bebeği, doğmamış çocuğu inanılmaz işkencelerle katleden insanoğluna bir kez daha lanet ettiğim film. Yine aynı hamurdan olma insanoğlunun masumu kurtarmak uğruna kendi canını feda etmesini bana gözlerimi yaşartarak gösteren film. 


Kan kırmızısı tarihinizi görebilmek, savaşın dehşetini kavrayabilmek ve hepimizin içindeki o derin karanlığı gün yüzüne çıkmamacasına daha derinlere gömebilmek için izlenmesi gereken bir film The Flowers of War. Size insan olduğunuzu hatırlatan bir film, insan olmak isteyip istemediğinizi sorgulatan bir film.

İşte bu yüzden izleyin.


Bu resmi yazıma koyup koymama konusunda oldukça çekimser kaldım ama hepimizin insan, hepimizin kardeş olduğu teorisini destekleyenler için koymaya karar verdim. Aşağıda göreceğiniz resim oldukça rahatsız edici; belki de bir insanın görmek isteyeceği son sahneyi gösteriyor bu yüzden resme bakıp bakmama kararı tamamen size kalmış. Nanjing Katliamı sırasında bizzat Japonlar tarafından hatıra amaçlı çekilmiş bu resim tamamen gerçek. 


Ve bazen gerçek, duymaya ve görmeye ihtiyacımız olan son şeydir.

Nanjing Katliam Müzesi Çin’in Nanjing-Datusha kentinde bulunmaktadır. Kurbanların isimleri, resimleri, kemikleri ve hikayeleri bu müzede sergilenmektedir.

B.Kumbay / 17.06.12

10 Haziran 2012 Pazar

Snow White and the Huntsman

Pamuk Prenses bu aralar moda, son dönemde severek izlediğimiz Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini anlatan dizi Once Upon A Time’ın dışında yine Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini (!) anlatan Julia Roberts’ın kötü kraliçe (!) olduğu Mİrror Mirror ve yine Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini (!) anlatan Snow White and the Huntsman vizyonu işgal etmiş vaziyette. Hollywood’un masal uyarlamalarını seviyorum, epik-fantastik havasında geçenlere ayrıca bayılıyorum ve bunun en güzel örneği The Brothers Grimm (2005)’dir. Küçüklüğümüzde dinlediğimiz masalların gerçek yüzlerinin ne kadar korkunç olabileceğini anlatan harika bir filmdir fakat aynı şeyi maalesef Snow White and the Huntsman için söyleyemeyeceğim. 

Hikayeyi bilmeyen yoktur haliyle fakat gerçekte bildiğimiz gibi değilmiş ya kısaca bahsetmeden olmaz;

Pamuk Prenses doğar (ismi Kar Beyaz’dır ama nedense biz Pamuk Prenses olarak tanır ve biliriz), annesi ölür, babası tarafından cennet gibi ve barış içindeki krallıklarında büyütülür. Babası kötü kraliçeye aşık olur, kötü kraliçe düğün gecesi kralı öldürür ve krallığı ele geçirir. Kuledeki zindana hapsedilen Pamuk Prenses krallığın içine düştüğü felaket durumu görmeden büyümektedir. Bu sırada düzenli olarak “ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı bu dünyada” diye sorarak sihirli çanağıyla (!) konuştuğunu sanan şizofren, narsist, psikopat ve dengesiz kraliçe bir gün “Pamuk Prenses” cevabını alınca iyice delirir. Köle olarak kullandığı kardeşine Pamuk Prensesi huzuruna getirmesini emreder fakat Pamuk firar eder, ormana kaçar, ormanda güçleri işe yaramayan kraliçe Pamuk’un peşine ayyaş avcıyı salar. Buraya kadar biliyorsunuz zaten eh bundan sonrası da birkaç ayrıntı dışında bildiğiniz şekilde ilerliyor.

Filmin başrollerinde Kristen Stewart (maalesef Snow White), Chris Hemsworth (çok şükür ki Avcı), Charlize Theron (Kraliçe Ravenna), Sam Claflin (çakma prens William), Ian McShane (cüce Beith), Bob Hoskins (cüce Muir), Nick Frost (cüce Nion) gibi isimler var. Yönetmen ilk yönetmenlik denemesi olan ve devam filmini de yönetecek olan Rupert Sanders. Müzikler – ki filmin tek güzel tarafı - James Newton Howard’a ait.  


Evet neticeye hızlıca yaklaşmak istiyorum; öncelikle Snow White and the Huntsman sinemada izlenecek bir film değil. “Bilmediğiniz hikayesi, gerçek hikayesi” diye önümüze sunulan Pamuk Prenses’in hikayesinde Pamuk Prenses Kristen Stewart sayesinde kir içinde, ağzı bir karış açık dolaşan, film boyunca toplasanız 15 cümleyi anca kurmuş, ruhsuz hissiz surat bir karış bön bön bakan saçma bir karakter olmuş. Zaman zaman “aa Bella filmleri şaşırmış” dedirtecek cinsten bir oyunculuk sergiliyor Stewart daha doğrusu oyunculuk sergileyemiyor. Bu durumda bana da “Eh her zamanki hali, kabahat onun başrolde olduğu filme gidende” diyip geçmek düşüyor. Avcı’yı canlandıran Chris Hemsworth, cüceler ve bir miktar da William rolündeki Sam Claflin filmi götürmeye çalışanlar. Onlar konuşuyor, onlar ölüyor, onlar mücadele ediyor, Pamuk ise ağzı açık dişler ortada öylece bakıyor. Gelelim kötü kraliçeye; Charlize Theron güzel bir kraliçe olmuş ne var ki durup dururken ağlamaları, gereksiz yere bağırmaları, o şizofren bakışları, kesilmiş sütte banyo yapmaları filan cidden izlerken insana baygınlık getiriyor. Ayna da bildiğimiz ayna değil zaten, kalkan bozması altın metal parçası film boyunca iki kez konuşuyor, başka da bir şey yapmıyor. Filmde ağırlıklı olmasını beklediğim efektler de hayal kırıklığı; her yerde karga var evet, bir ara bir Trol, bir Geyik, iki peri, birkaç kuş, bir tosbağa ve bir at da görebiliyoruz. Bir de Belgrad Ormanı’ndan bozma bir orman var; iki mantar, üç beş salkım söğüt ve bir dere ile işi çözdüklerini sanmışlar ama olmamış (bkz. Pandora, devamı gelecek olan bir filme azıcık daha CGI yapsaydınız, son sahnede o ağaç tümüyle çiçek kaplı olsaydı mesela ölmezdiniz). Filmdeki savaş sahneleri de olmamış; Game Of Thrones’un Blackwater’ı bile tek başına tüm savaş sahnelerini ezer geçer. Filmin göze hitap eden (Chris Hemsworth dışındaki) tek şeyi kostümler; özellikle Kraliçe’nin bok böceği kabuğundan yapılmış siyah kostümü bir harika. Teknoloji bu kadar ilerlemişken gren screen yerine oturup yüzlerce bok böceği kabuğundan el ile işlenmiş kostüm kullanılan başka bir film daha bilmiyorum doğrusu.

Belirtmeden geçemeyeceğim ki maalesef Türkçe dublajlı izlediğim filmin dublajı da bir felaketti. Karakter sesleri fena değil fakat koskoca kraliçe “gidiyo, yapıyo, ediyo” diye konuşursa avcı ne yapsın, cüceler ne yapsın; film boyunca cep telefonları ile oynayan ilkokul seviyesindeki IQ’su 50 düzeyinde olan gençler ne yapsın. Hiç yakıştıramadım. 


Bu kısmı filmi izlemek istiyorsanız okumayabilirsiniz ama okursanız da çok şey kaybetmezsiniz zira birazdan yazacaklarımı filmi izlerken tahmin etmemeniz pek de olası değil.

Snow White and the Huntsman hani Pamuk Prenses’in bilmediğimiz gerçek hikayesini anlatıyor ya; elmayı Pamuk’a çocukluk aşkı olan William veriyor, daha sonra öpen de o ama tahmin ettiğimiz üzere Pamuk Avcı’nın öpücüyle canlanıyor oysa ki Pamuk elmayı yemeden önce William’ı güzelce öpmüştü yani ona karşı da boş değil. Hadi tüm bunlara tamam ama Pamuk finalde Avcı’yı görünce sadece tavşan dişlerini gösteriyor; ne bir teşekkür, ne yanağa bir öpücük, ne bir gülümseme (gerçi Stewart belki de gülüyor ama biz ruhsuz oluğumuz için fark edemiyoruz) öylece bakıyor Avcı’ya Edward’a bakarmış gibi. Bunun yanında final izlediğim en saçma finallerden biriydi; Pamuk’un tacı takılır, çok yaşa kraliçem naraları eşliğinde Pamuk beş dakika boyunca put gibi ayakta dikilir ve yazılar akmaya başlar. Yahu insan iki kelime laf eder, her şey eskisi gibi olacak, krallığımız barış ve bolluk içinde sonsuza kadar ayakta duracak filan; nasıl bir senaryodur bu, gerçekçi diyorsunuz da gerçekte böyle mi oluyormuş çok enteresan.

Yani; Snow White and the Huntsman özellikle sinemaya gidip izlenecek bir film değil. Masalları seviyorsanız oturun evinizde izleyin ama sıkılma ihtimaliniz yüksek. İllaki Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini izlemek istiyorsanız Mirror Mirror ile görselliğin ön planda olduğu eğlenceli bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Yok ben gerçekten Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini izlemek istiyorum diyorsanız “Once Upon A Time”ı izleyin ve bir masal nasıl günümüze uyarlanırmış görün derim.

Bu arada filmin Martı Kitabevi’nden çıkmış bir de kitabı var; kapakta filmin posterini görünce senaryo uyarlaması sandım fakat son sayfayı okuyunca şatım kaldım. Kitabın sonunda Pamuk Avcı’ya haydi yoluna diyor ve William’ın gözlerinin içine bakarak “artık yalnız değilim” diye düşünüyor. Belki de Stewart o beş dakika boyunca aynen bunları yapmıştır da ben anlayamadım hem de en önden izlediğim halde. 


Ah kraliçem, bebeğe Snow White ismini hangi kafayla koydun, hadi sen koydun Türkçe’ye Pamuk Prenses diye çeviren insanoğlu hangi maddenin etkisindeydi merak içerisindeyim.

Not: Filmin özetinde Pamuk Prenses Avcı’dan savaş sanatı konusunda eğitim alıyor denmekte. Avcı’nın göstermiş olduğu toplamda bir adet olan hareketi arkadaşım Volkan üzerinde denedim; gerçekten işe yarıyor yalnız ilk seferde kalbi tutturmak zor olabilir zira ben göğüs boşluğunu tutturdum.

B.Kumbay / 10.06.12

3 Haziran 2012 Pazar

Prometheus


Henüz 3-4 yaşlarındaymışım; korku filmi görünce tv’nin başına yerleşirmişim ve kimse beni yerimden oynatamazmış. Bir gece dev örümceklerin dünyayı istila ettiği bir filmi izlerken annem dayanamamış, sigortaları attırmış da öyle yatırabilmiş beni. İşte böyle korku filmleri ve Stephen King hikayeleri ile büyüdüğümden karanlık dahil hiçbir şeyden kolay kolay korkmam. Hele bir filmden korkmak lükstür benim için; arayıp da bulamadığım bir nimettir. Buna rağmen hayatımda korktuğum birkaç film vardır ki Alien serisi de bunların en birincisidir. İlk filmi izlerken yaşımın da etkisiyle (Alien ile aynı yaştayız) ellerim yüzümde parmaklarımın arasından izlemeye çalıştığım ama her seferinde yarım yamalak izleyebildiğim bir filmdir kendisi. Arkadaşlarım da hemfikirdirler; benim jenerasyonum bir Alien’dan korkar bir Ziyaretçiler’den bir de Clementine’den.

Hayatıma bu kadar etki etmiş bir filmin prequel’inin çekileceğini duyduğumdan beri deli gibi beklediğim Prometheus’a iki eski iki yeni Alien’cı gittik; korkmak gibi bir beklentimiz yoktu –başlangıçlar yavaş ve doyurucu olur genelde- ama merak içerisindeydik. Salondan çıktığımızda hepimiz filmi beğenmiştik fakat çok da tatmin olduğumuzu söyleyemeyeceğim, özellikle eski Alien’cılar olarak “ilk filmde düşen gemiye mi girmişlerdi yoksa gemi uzayda mıydı” tartışmasının yanında tabii ki akıllarda yaratıcıların kim olduğu soruları dolanıp durmaktaydı. Yine de yıllarca izlediğimiz bir serinin başlangıcını izlemenin hazzıyla mutlu mesut bir şekilde evlerimize dağıldık.

Proetheus’dan detaylı şekilde bahsedeceğim fakat daha öncesinde diğer Alien filmleri hakkında bilgi vermeden olmaz; her şey yeni Alien’cılar için. 


- 1979 yapımı Alien’ın yönetmeni yine Prometheus’un yönetmeni olan Ridley Scott, başkahraman efsane Ripley Sigourney Weaver tarafından canlandırılıyor.
- 1986 yapımı Aliens’ın başkahramanı ve oyuncusu değişmezken yönetmen koltuğunda James Cameron var.
- 1992 yapımı üçüncü film Alien³ bu kez David Fincher tarafından yönetiliyor, Ripley’de değişiklik yok.
- 1997 yapımı dördüncü ve serinin en zayıf halkası olan Alien Resurrection Jean-Pierre Jeunet yönetmenliği ile karşımızda; başrolde yine Ripley ve Weaver var tabii kendisine ne derece Ripley diyebilirsek.



Dörtlemenin başlangıç filmi olan Prometheus’un yönetmen koltuğunda ilk filmin de yönetmeni olan Ridley Scott var. Scott uzun bir aradan sonra babası olduğu projeye yeniden dönerek bilimkurgunun güzel örneklerinden birine imzasını atmış oluyor. Filmin başrollerinde Michael Fassbender, Noomi Rapace, Guy Pearce, Charlize Theron, Logan Marshall-Green ve Patrick Wilson gibi iyi isimler var. Prometheus’un konusu insanın yaradılış gerçeğini arayan iki bilim adamı ve ölümü alt etmek için uğraş veren büyük bir şirket sahibi arasında geçen ve uzayda 2 yılı aşkın bir süre sonunda nihayete eren bilimsel yolculuk üzerine kurulu. Elizabeth Shaw ve meslektaş sevgilisi David zengin ve ölmekte olan iş adamı Peter Weyland’i birçok kazıda karşılaştıkları yıldız haritasının insanoğlunu yaratan Mühendisler’in evi olduğu konusunda ikna ederler. Bunun üzerine bu uzak gezegene bir bilimsel keşif gezisi düzenlenir; amaç Mühendisler’le temasa geçebilmek ve insanın yaradılışına açıklık getirebilmektir. Gezi boyunca insanlardan sorumlu olan android David tarih boyunca bilinen tüm antik dilleri öğrenmekte ve kendini bu büyük buluşmaya hazırlamaktadır. Nihayet varış noktasında uyandıklarında gezegene inmek ve yaradılış hikayesinin başlangıcını öğrenmek için ilk adımı attıklarında aslında insanlığın yok oluşunu tetikleyebileceklerinin farkında değillerdir.

Prometheus yönetmenlik, oyunculuk, kurgu ve efekt yönünden çok kuvvetli bir film olmasına rağmen senaryonun tatmin edici olduğunu söyleyemeyeceğim zira finalde ortaya çıkan her şeyi başta tahmin ettim; senaryonun bu denli zayıf olmasında tüm suçunu Lost’un senaristi Damon Lindelof’a yükleyerek devam ediyorum. 



Prometheus Alien hikayesinin başlangıcı ve seriden ayrı bir film olmasına rağmen Alien ruhunu yakalayabilmiş bir film. Ayrıntılar konusunda oldukça titiz çalışan Scott oyunculardan büyük destek almış bu inkar edilemez. Android David rolündeki Michael Fassbender ile Elizabeth Shaw karakterini canlandıran Noomi Rapace filmin ağır topları. Fassbender içten pazarlıklı android’i harika şekilde yansıtırken Alien serisi geleneklerine göre filmin başkahramanı Ripley’in anısına en az onun kadar güçlü ve kararlı bir kadın olan bilim insanı Shaw rolünde Noomi Rapace oldukça inandırıcı bir oyunculuk sergiliyor. Seride görmeye alıştığımız üzere teker teker katlolan diğer oyuncular da gayet iyi, efektler zaten mükemmel, Marc Streitenfeld’in karanlık müzikleri de atmosfere oldukça uyumlu bu durumda senaryonun zayıflığını görmezden gelip filmden zevk alabiliyoruz. Bazı sahneler alabildiğince heyecanlı, örneğin sezeryan sahnesinde kendini kaybetmeyen yoktur sanırım. Ayrıca uzun zamandır sinemada bir filme kendini bu derece kaptıran bir seyirci topluluğu görmediğimi de itiraf etmeliyim öyle ki çok uygunsuz bir yerde kesilen ilk yarıya sesli tepkimizi gösterecek kadar heyecanlandık, tek yürek olduk. Film boyunca işlenen yaradılış – evrim teorilerinin çarpışması da hikayeye ayrı bir canlılık katıyor. Mühendisler’in keşfinden sonra iki meslektaş-sevgili arasında geçen ”-hala o boynuna taktığına inanıyor musun? – Peki bizi Yaradanları kim yarattı o zaman? Diyaloğu var ki, tek ve gerçek olan bu sorunun cevabını belki de asla bulamayacağımızın kanlı canlı örneği; insanın içi bir hoş oluyor.

Ne var ki, bana göre 3D felaketine kurban giden filmlerden biri oluyor Prometheus, zaten neredeyse tamamı karanlık bir atmosferde geçen film o saçma gözlükleri takınca daha da kararıyor; David’in uzay gemisindeki hologramlı sahneleri gibi birkaç sahne haricinde 3D fark edilmiyor bile. Bu durumda simsiyah bir ekrandaki önemli ayrıntıları seçmeye çalışırken baş ağrısıyla cebelleşmek durumunda kalan bendeniz 3D’nin yaratıcılarından çok her filme uygulayıcılarına rahmet okuyarak geçiriyorum zamanımı ve de filmin içine girmek varken bu durum çekilir dert değil, tam bir işkence.

Filmin adını aldığı Prometheus’un kim olduğu da önemli bence, kısaca bahsetmek gerekirse;

Prometheus Titanların isyanı sırasında tarafsızlığını korumuş ve başkaldırmamış bir Titan oğlu olarak Zeus'un gözüne girmeyi başarmıştı. Zeus onu Olympos'daki ölümsüzlerin arasına aldı. Oysa o Zeus ve arkadaşlarına karşı kin besliyordu. Dedelerinin öcünü almak için, kendi gözyaşıyla yoğurduğu balçıktan ilk insanı yarattı. Sonra onun acizliğine acıyarak, Hephahistos (Ateş Tanrısı) ’un alevler saçan ocağından bir kıvılcım çaldı ve insanlara armağan etti. Bunun için Tanrı Zeus tarafından Kafkas Dağında zincire vuruldu, Tanrılarca görevlendirilen bir kartal sürekli olarak, her gece yeniden oluşan karaciğerini kemirmekteydi. Onu Kafkas dağının tepesindeki bu işkenceden Zeus'un oğlu yarı tanrı, ölümlü Herakles kurtardı. Prometheus; "Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur" der, böylelikle insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur.

Ridley Scott film hakkında: 'Bu bir yaratılış hikayesi. Tanrılar ve karşısına dikilen adamlarla ilgili' diyerek Prometheus efsanesi ile filmin arasındaki bağlantıyı açıklamış oluyor. 



Prometheus’un özüne baktığımızda hem seri hem de yaradılış felsefesi ile ilgili derin anlamlar içerdiğini görüyoruz bu bakımdan Alien serisini izlememiş olsanız dahi Prometheus sonrası oturup bir çırpıda izlemenizi tavsiye ediyorum. Tek bir soru üzerine kurulu olan hikayede cevap da gizli bana göre. İhanetleri ile ünlü androidler’in ilk örneklerinden biri olan David’in film boyunca aldığı emirler doğrultusunda yansıttığı insani kötülük, henüz bildiğimiz Xenomorphlar’a evrilmemiş zavallı ahtapotumsu bebek yaratıklara bin basıyor. Aslında işte tam bu noktada uğruna milyonlarca kilometre seyahat edilmiş olan sorunun cevabını da almış oluyoruz;

Mühendisler insanoğlunu yok etmek istedi çünkü insanoğlunun en kötüden de kötü olabileceğini farketmişlerdi.

B.Kumbay / 03.06.2012




Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...