14 Mart 2016 Pazartesi

Adem ile Havva'nın Güncesi


"Kuşlar ve hayvanlar birbirleriyle dost. Hiçbir konuda tartışma yaşanmaz. Hepsi konuşur. Üstelik benimle de konuşurlar ama yabancı dilde konuşuyor olmalılar, çünkü söylediklerinin tek bir kelimesini bile anlamıyorum. Ben onlara cevap verdiğimde, özellikle köpek ve fil beni anlıyor. O zaman utanıyorum. Bu, benden daha zeki oldukları ve bu nedenle benden daha üstün oldukları anlamına geliyor. Bu benim canımı sıkıyor, çünkü ilk deney kendim olmak istiyorum." - Adem

İlk insanları hiç düşündünüz mü? Büyük dinlerin ortak paydalarından hepimizin anne ve babası Adem ile Havva'yı mesela? İlk nasıl tanıştılar, nasıl konuştular, bilinmeyenlerle dolu yepyeni bir gezegeni nasıl keşfettiler, hayvanlarla, bitkilerle, meleklerle, şeytanla, yaradanla ilişkileri nasıldı; birbirlerini nasıl sevdiler, çocuklarını nasıl büyüttüler, cennet bahçesinden nasıl kovuldular ve sonrasında kendi cennetlerini nasıl yarattılar, nasıl yaşadılar ve nasıl öldüler? Tüm bunları düşünmüş veya düşünmemiş olabilirsiniz; Mark Twain bizim yerimize öyle bir düşünmüş ve bunları kağıda öyle bir aktarmış ki Adem ile Havva'nın Güncesi (Adam and Eve's Diary)'ni bir başyapıt olarak çıkarmış karşımıza. Kitabın kısa tanıtımı bu kadar, bundan sonrası ispiyon, başka türlüsü olmazdı.

Adem ile Havva'nın Güncesi'ni almama neden arka kapaktaki tanıtım yazısıdır; 

"Uzun saçlı bu yeni yaratık fazla ayakaltında dolanıyor. Bu hiç hoşuma gitmedi. Etrafımda birinin olmasına hiç alışık değilim. Keşke diğer hayvanlarla birlikte kalsa… Bugün gökyüzü bulutlu, doğuda rüzgâr var. Galiba yağmurdan sırılsıklam olacağız. Biz mi dedim ben? Bu da nereden çıktı? Şimdi hatırladım, yeni yaratık hep bizden söz ediyor." - Adem

Tanıtım yazısını okuduğum an kafama dank etti; yahu bunlar da etten kemikten, bunlar da erkek ve kadın, bizden ne farkları olacaktı. Mark Twain tam da bu düşüncenin yolunda yarattığı cennet bahçesinin ortasına tazecik yaratılmış Adem ile Havva'yı koyuvermiş. Fiziksel, cinsel ve yapısal olarak bizden hiç farkları olmasa da Adem ve Havva cennet bahçesine yetişkin bedenindeki yeni doğmuş bebekler olarak bırakılıyor, etraflarında birbirlerinden başka örnek alabilecekleri insan yok, ana baba yok, yol gösteren yok, öğreten yok, kelimelerden ve duygulardan bihaber yaradılış amaçlarını ve yaşamı irdelemeye başlıyorlar. Adem konuşmayı sevmiyor, yalnız kalmak ve yaradılışını sorgulamak niyetinde fakat sürekli konuşan, sorgulayan, değerlendiren ve peşinden ayrılmaya bir Havva varken bu nasıl mümkün olabilir? Havva Adem'i belki de ilk gördüğünden beri seviyor, daha sonra bu durumu irdelediğinde 'çünkü erkek' diyor, 'Adem'i erkek olduğu için seviyorum'. Erkek-kadın veya insan ilişkileri bundan güzel açıklanamaz ki, 'seviyorum çünkü yalnız kalmak istemiyorum'. 

Adem ve Havva erkek ve kadın olarak birbirlerinden bir hayli farklı düşünüp davransalar da, ortak noktaları kendilerini deney olarak görmeleri. Bunun yanında öğrenmeye ve bilgiye o kadar açlar ki her ikisi de bir diğerine çaktırmadan gizli deneyler yapıyor, düşünmekten sabahlara kadar gözlerine uyku girmiyor. Özellikle Adem'in suyun akışı ile ilgili kanunu ve Havva'nın inek sütünün oluşumu ile ilgili kanunu takdire şayan. İlk çocukları Kabil'in doğumu -daha doğrusu Kabil'in gelişi - en büyük deneyleri oluyor, çocuklar geldikten sonra nihayet birbirlerini de buluyorlar ve büyüyorlar.

Gel zaman git zaman meraklarına yenik düşerek ahlak duygusunu tatmanın ateşiyle yanıp tutuşuyorlar, şeytanın oyununa gelip yasak elmayı yiyorlar ve cennet bahçesinden kovuluyorlar. An itibariyle hastalıkla, acıyla, açlıkla, sefaletle ve ölümle tanışıyorlar; ve artık bizden bir farkları kalmıyor.

Adem ve Havva'nın kendi ağızlarından anlattıkları günceleri bittiğinde devreye Şeytan giriyor, melek kardeşlerine yazdığı mektuplarda insanoğlunu, dini, dünyayı tüm çıplaklığıyla anlatmaya başlıyor. Twain'in kaleminden çıkan bu bölüm yer yer sert ve hatta oldukça rahatsız edici. İnsanoğlunun dini ve yaradanı kavrayış biçimi, cennet ve cehennem kavramı, özellikle İncil'in içeriği ve bir nevi 'hayaller hayatlar' kavram karmaşası tüm çıplaklığıyla karşımıza serilmiş. Cennet hayaliyle yaşayan insanoğlu, cennette var olduğuna inandığı hiçbir şeyden zevk almadığı bu ölümlü dünyada, kitabın kendine söylediği çelişkili emirleri kafasına göre yerine getirirken başına gelen hiçbir şeyden sorumlu tutmadığı tanrı kavramını yüceltip dini içinden çıkılmaz bir kaosa dönüştürüyor. 

Twain'in kitapta işlediği bir diğer konu Nuh Tufanı. Bu tufan aslında sadece bir olayı değil de insanlık tarihinin başlangıcından beri çeşitli dinlerde ve kavimlerde geçen birden çok tufanı içeren geniş bir konu. Yine de Twain'in özellikle gemideki hayvan popülasyonu, hastalıklar ve gemiye binemeyenler hakkında yazdıkları beni çok etkiledi. Kitaptaki dört hikayeden biri olan Adem'in akrabalarının günceleri de bu konuyla ilgili, Mark Twain başka bir tufan öncesinde yaşamış ve hık diyip burnumuzdan düşmüş bir kavmin yozlaşma sürecini gözler önüne seriyor. Kitap finaliyle ilk başta insanda yarım kalmış hissi uyandırsa da biraz düşününce bu yarım kalmışlığın nedeninin başka bir Nuh Tufanı olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü insanoğlu yaradılışından beri hiç değişmemiş; aydınlık ve karanlığı barındıran bir yürek, doğruyu ve yanlışı yapabilme kapasitesi, en büyük silahı inanç ve bu silahı kendine doğrulttuğu din olgusu. Kimbilir belki yakında bir tufan daha patlayacak üstümüze.

Son olarak yazımı Adem'in Havva için hissettikleriyle nihayete erdirmek isterim, okurken gözlerimi dolu dolu yapan o müthiş cümlelerle;

"Yıllar sonra en başlarda Havva konusunda yanıldığımı anladım. Bahçenin içinde onsuz yaşamaktansa dışında onunla yaşamak daha iyi. Önceleri çok konuştuğunu düşünsem de artık susup hayatımdan giderse ne kadar üzüleceğimi biliyorum. Bizi bir araya getiren ve onun kalbinin iyiliğini, ruhunun güzelliğini gösteren kestaneye şükürler olsun!" - Adem

Burcu Kumbay / 14.03.2016

Hiç yorum yok:

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...