11 Ocak 2016 Pazartesi

Ay'da 172 Saat


Dikkat, bu yazı kitabı okumayanlar için yer yer ispiyon içerebilir!

Ayracında sarı fon üzerine “Ay’a gitmek ister misiniz?” yazan bir kitap, okuyucuya bir nevi meydan okuma sanki. Aynı kitabın kapağında da Ay yüzeyinde bir astronot ve arkada muhteşem Dünya manzarası olunca kitabı almamam ve okumamam mümkün değildi. Ödüllü bir kitap olsa da yazarı Johan Harstad’ın ilk romanı olması – Marslı’ya rağmen diye eklemeliyim ama Marslı ve Andy Weir bu konuda bir istisnadır kanımca – kitap ile ilgili beklentilerimi yükseklerde tutmamı engelledi.  İyi de oldu.

Kitabın konusu kısaca şöyle; Yıl olmuş 2018, insanlık halen Ay’ın ötesine geçememiş. NASA içinde bulunduğu durgunluk çağıdan çıkabilmek ve elbette dünyanın dikkatini çekip mali destek alabilmek için 14-18 yaşları arasında üç genci Ay’a göndermeye karar verir ve bunun için dünya çapında bir çekiliş düzenlenir. Sıradan hayatlarından ve dertlerinden tek kurtuluşun Ay’a gitmek olduğunu düşünen milyonlarca gençten Norveç’li Mia, Japon Midori ve Fransız Antoine çekilişi kazanırlar, eğitimlerini tamamlarlar ve kalkış günü geldiğinde toplam 8 mürettebat halinde Ay’a doğru yola çıkarlar. 4 günlük bir yolculuğun ardından Ay’a inen mürettebat Ay üssü Darlah 2’ye yerleşir fakat Darlah 2 1970’lerin sonlarında yapılmıştır ve teknik aksaklıklarla başlayan olaylar kısa süre sonra çığırından çıkacaktır.

Ay’da 172 Saat, orijinal ismi ile Darlah 2008 yılında yayımlanmış bir kitap, bizlerle 2015’in sonunda anca buluşuyor. Kitap “Brageprisen Ödülü (2008)” ve “Ubok/Dagbladet: Tüm Zamanların En İyi Genç Yetişkin Kitabı Ödülü (2014)”nü almış. Aldığı ödüllerden anlaşılacağı üzere genç yetişkinlere (o da ne demekse, benim gibi arada kalmışlar demek herhalde) yönelik bir bilimkurgu-korku kitabı. Bu iddianın ilk kısmına can-ı gönülden katılıyorum zira kitabın başlangıç kısmı neredeyse 100 sayfa sürüyor ve hikayenin genç kahramanları Mia, Midori ve Antoine’ı ve sıradan yaşamlarını anlatarak geçiyor –ya da geçmek bilmiyor diyelim – Mia’nın asiliği, Midori’nin ablasını kıskanması ve ailesiyle olan sorunları, Antoine’ın ümitsiz aşk acısını birebir yaşıyoruz maalesef. Bu açıdan eminim ki birçok genç yetişkin karakterlerde kendilerini bulacaklar, onlarla empati kuracaklar vs. vs. İddianın ikinci kısmını oluşturan kitabın bilimkurgu-korku türü olduğu ile ilgili kısmı ise benim açımdan gerilim-aksiyondan öteye geçemiyor. Hikayenin kısacık gelişme ve ondan daha da kısa olan sonuç kısımlarında gerilim öğeleri var evet ama bir kitap sırf Ay’da geçiyor ve sekiz gün uzayda git gel yapılıyor diye bilimkurgu olacaksa biz ölelim. Karşılaştırma yapmak istemiyorum ama Marslı vs. Ay’da 172 Saat olarak baktığımda söyleyecek pek bir şey bulamıyorum.

Kitabın dili fazlaca sıradan, baş kahraman gençlerimizin aileleriyle konuşmaları ve aralarındaki diyaloglar vs bildiğimiz sokak dili, belki de çeviriden kaynaklıdır bilemiyorum ama bilimkurgu iddasıyla ortaya çıkmış bir kitap için hoş bir durum değil. Karakterler de gayet sıradan, olabilir biz de sıradanız fakat kimse çıkıp da bizi bilimkurgu kitabında en az 50 sayfa anlatmıyor. Bir bilimkurgu-korku okuyucusu olarak bu tür hikayelerde okumayı beklediğim şey karakterlerin ne kadar sığ veya derin oldukları değil; olayların derinliğidir. Stanislaw Lem’in Aden’inde karakterleri tanımayı bırakın isimlerini bile bilmeyiz; onları olaylara verdikleri tepkilerle tanır ve özümseriz. Ay’da 172 Saat’de böyle değil maalesef, hepsinin zevklerinden, sevgililerinden, ana babalarından botlarının markasına kadar her şeyi biliyoruz ve bu bilgiler hiçbir işimize yaramıyor, yarıyor mu? Kurguya gelirsek; gelişme ve sonuç bölümünün yeterince uzun tutulmamış olması ve olayları daha henüz kavrayabilmişken her şeyin sona ermesi hoş değil, insanın hevesi kursağında kalıyor. Final olarak baktığımda ise evet doğru bir yön fakat yolun sonu karanlık, oldu mu şimdi dedirten ve kitabı gürültüyle kapattıran bir final. Son satırda Stephen King’i andım ama sonu olmayan bir final yapmak en zorudur, bu final beni tatmin etmedi.

Kitabın iyi yönleri de yok değil canım, öncelikle hikayelerde gerçek olayların kullanılmasını ve kurgunun bu olayların üzerinde oluşturulmasını severim ben. Johan Harstad muhteşem “WOW Sinyali”ni almış ve tepe tepe kullanmış. Peki WOW Sinyali esasen nedir? Merak edenler olabilir buyrun:


 15 Ağustos 1977’de SETI projesi kapsamında uzaydan tespit edilen radyo sinyali. Sadece 72 saniye süren sinyal, Dr. Jerry R. Ehman tarafından Ohio Devlet Üniversitesi’ne ait Big Ear (Büyük Kulak) radyoteleskobunda dar bantlı bir radyo sinyali olarak tespit edildi. Sinyal, dünya dışı, hatta güneş sistemi dışı kökenli sinyallerden beklenen tüm özelliklere uyuyordu. Medya tarafından büyük ilgi gören sinyal, tüm çabalara karşın tekrar tespit edilemedi. Sinyalin yıldızlararası sinyallerden beklenen özelliklere tamı tamına uymasına şaşıran Ehman, bilgisayar çıktısındaki izini daire içine alarak, sayfa kenarına "Wow!" (İngilizce hayret ünlemi, "vay be!") yazdı. Bu ünlem, daha sonra sinyalin adı haline geldi.


Bilimkurgu severler bilir, WOW Sinyali en meşhuru Contact (1997) olmak üzere pek çok film ve kitapta kullanılmıştır. Yazarın “6EQUJ5” dahil WOW’u kullanış şeklini sevdim. Astronotların birer birer ölmeleri ve bu gerilimin hayati sistemlerin kaybedilmesi ile üs içinde karanlıkta, oksijen azken ve insanlar paranoyaklaşırken kullanılması da başarılı. Fakat her şeyin sonunda olayların doppelgänger (çift-gezer) ve cehenneme bağlanması hikayeyi bilimkurgunun dışına iten etmenlerden. Kötü adamı uzaylı yapmamak için durumu efsanelere bağlamak iyi bir fikir olabilir aslında ama yaratıkların hem maddi olması hem de maneviyata bağlamak, bilemiyorum. Şeytani ikizinizi itip kakabiliyorsunuz ama bıçaklamak işe yaramıyor. Görüntülerini zırt pırt değiştirebilen bu şeylerden kaç tane var belli değil. Amaçları Dünya’ya geri dönebilmek ve bunun için on yıllarca beklemişler ama Hannah 1’deki kaçış modülünü bulamamışlar, böyle büyük bir beceriksizlik sonrası ise modülü havalandırmayı başarıyorlar. Dünya’ya inince de bakteri misali çoğalarak önlerine geleni yok ediyorlar. Peki bu yaratıklar nasıl yok edilir? Bunu da asla öğrenemiyoruz ama 2081 yılında kökleri kurutulmuş ki Ay’a araştırma için RV Providince isimli bir gemi gönderilmiş, gemi cesetleri tanımlıyor, veda notları buluyor vs. ama her şey havada kalıyor. Yine de ben finali fena bulmadım, en azından hikaye mutlu sonla bitmiyor. Mia Antoine’la kollarında bir bebekle bir gece mehtabı seyreyleyebilirdi mesela, aman yarabbi.

Kıssadan Hisse; Ay’da 172 Saat vasat bir kitap, beklentileri yükseltmeden okunduğunda can sıkıntısına iyi gelebilir ama insanı değiştiren kitaplardan değil asla. Eklemekte fayda var; kitap iyi bir uyarlamayla zevkle izlenebilecek bir korku filmine veya uzun soluklu bir gerilim – hatta bilimkurgu - dizisine dönüştürülebilir.

Ek Not: Doppelgänger olarak adlandırılan yaratıkların ne olduğu akıllarda soru işareti, benim için değil. Sayın yazar, arkadaşım; Ay’ı inler cinler basmış, adamları da kızdırmışız yok oraya üs kur yok buraya bayrak dik. Adamlar intikam yemini etmiş, Ay’da gördüklerini çarpıyor hatta bununla yetinmeyip Dünya’yı da aradan çıkarma planları yapıyor. Şimdi ben eminim ki  RV Providince mürettebatı namazında niyazında abdestli insanlar, 2081 öncesinde bir Felak Nas çözerdi bu işi ama müslümanları göndermiyorsunuz ki uzaya, biz ne yapalım.

Ek Not 2: Ve bu yorum üzerine Türkiye Uzay Ajansı’nın kurulacağı haberi geldi. Bekle bizi Ay, üç yüzyıla kadar ordayız!

Burcu Kumbay / 11.01.2016
 

Hiç yorum yok:

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...