Dikkat, bu yazı kitabı okumayanlar için yer yer
ispiyon içerebilir!
Ayracında sarı fon üzerine “Ay’a gitmek ister
misiniz?” yazan bir kitap, okuyucuya bir nevi meydan okuma sanki. Aynı kitabın kapağında da Ay yüzeyinde bir astronot
ve arkada muhteşem Dünya manzarası olunca kitabı almamam ve okumamam mümkün
değildi. Ödüllü bir kitap olsa da yazarı Johan Harstad’ın ilk romanı olması –
Marslı’ya rağmen diye eklemeliyim ama Marslı ve Andy Weir bu konuda bir
istisnadır kanımca – kitap ile ilgili beklentilerimi yükseklerde tutmamı
engelledi. İyi de oldu.
Kitabın konusu kısaca şöyle; Yıl olmuş 2018,
insanlık halen Ay’ın ötesine geçememiş. NASA içinde bulunduğu durgunluk çağıdan
çıkabilmek ve elbette dünyanın dikkatini çekip mali destek alabilmek için 14-18
yaşları arasında üç genci Ay’a göndermeye karar verir ve bunun için dünya
çapında bir çekiliş düzenlenir. Sıradan hayatlarından ve dertlerinden tek
kurtuluşun Ay’a gitmek olduğunu düşünen milyonlarca gençten Norveç’li Mia,
Japon Midori ve Fransız Antoine çekilişi kazanırlar, eğitimlerini tamamlarlar
ve kalkış günü geldiğinde toplam 8 mürettebat halinde Ay’a doğru yola çıkarlar.
4 günlük bir yolculuğun ardından Ay’a inen mürettebat Ay üssü Darlah 2’ye
yerleşir fakat Darlah 2 1970’lerin sonlarında yapılmıştır ve teknik
aksaklıklarla başlayan olaylar kısa süre sonra çığırından çıkacaktır.
Ay’da 172 Saat, orijinal ismi ile Darlah 2008
yılında yayımlanmış bir kitap, bizlerle 2015’in sonunda anca buluşuyor. Kitap “Brageprisen
Ödülü (2008)” ve “Ubok/Dagbladet: Tüm Zamanların En İyi Genç Yetişkin Kitabı
Ödülü (2014)”nü almış. Aldığı ödüllerden anlaşılacağı üzere genç yetişkinlere
(o da ne demekse, benim gibi arada kalmışlar demek herhalde) yönelik bir
bilimkurgu-korku kitabı. Bu iddianın ilk kısmına can-ı gönülden katılıyorum
zira kitabın başlangıç kısmı neredeyse 100 sayfa sürüyor ve hikayenin genç
kahramanları Mia, Midori ve Antoine’ı ve sıradan yaşamlarını anlatarak geçiyor –ya
da geçmek bilmiyor diyelim – Mia’nın asiliği, Midori’nin ablasını kıskanması ve
ailesiyle olan sorunları, Antoine’ın ümitsiz aşk acısını birebir yaşıyoruz
maalesef. Bu açıdan eminim ki birçok genç yetişkin karakterlerde kendilerini
bulacaklar, onlarla empati kuracaklar vs. vs. İddianın ikinci kısmını oluşturan
kitabın bilimkurgu-korku türü olduğu ile ilgili kısmı ise benim açımdan
gerilim-aksiyondan öteye geçemiyor. Hikayenin kısacık gelişme ve ondan daha da
kısa olan sonuç kısımlarında gerilim öğeleri var evet ama bir kitap sırf Ay’da
geçiyor ve sekiz gün uzayda git gel yapılıyor diye bilimkurgu olacaksa biz
ölelim. Karşılaştırma yapmak istemiyorum ama Marslı vs. Ay’da 172 Saat olarak
baktığımda söyleyecek pek bir şey bulamıyorum.
Kitabın dili fazlaca sıradan, baş kahraman
gençlerimizin aileleriyle konuşmaları ve aralarındaki diyaloglar vs bildiğimiz
sokak dili, belki de çeviriden kaynaklıdır bilemiyorum ama bilimkurgu iddasıyla
ortaya çıkmış bir kitap için hoş bir durum değil. Karakterler de gayet sıradan,
olabilir biz de sıradanız fakat kimse çıkıp da bizi bilimkurgu kitabında en az
50 sayfa anlatmıyor. Bir bilimkurgu-korku okuyucusu olarak bu tür hikayelerde
okumayı beklediğim şey karakterlerin ne kadar sığ veya derin oldukları değil;
olayların derinliğidir. Stanislaw Lem’in Aden’inde karakterleri tanımayı
bırakın isimlerini bile bilmeyiz; onları olaylara verdikleri tepkilerle tanır
ve özümseriz. Ay’da 172 Saat’de böyle değil maalesef, hepsinin zevklerinden,
sevgililerinden, ana babalarından botlarının markasına kadar her şeyi biliyoruz
ve bu bilgiler hiçbir işimize yaramıyor, yarıyor mu? Kurguya gelirsek; gelişme
ve sonuç bölümünün yeterince uzun tutulmamış olması ve olayları daha henüz
kavrayabilmişken her şeyin sona ermesi hoş değil, insanın hevesi kursağında
kalıyor. Final olarak baktığımda ise evet doğru bir yön fakat yolun sonu
karanlık, oldu mu şimdi dedirten ve kitabı gürültüyle kapattıran bir final. Son
satırda Stephen King’i andım ama sonu olmayan bir final yapmak en zorudur, bu
final beni tatmin etmedi.
Kitabın iyi yönleri de yok değil canım, öncelikle
hikayelerde gerçek olayların kullanılmasını ve kurgunun bu olayların üzerinde
oluşturulmasını severim ben. Johan Harstad muhteşem “WOW Sinyali”ni almış ve
tepe tepe kullanmış. Peki WOW Sinyali esasen nedir? Merak edenler olabilir
buyrun:
15 Ağustos 1977’de SETI projesi kapsamında uzaydan tespit edilen
radyo sinyali. Sadece 72 saniye süren sinyal, Dr. Jerry R. Ehman tarafından
Ohio Devlet Üniversitesi’ne ait Big Ear (Büyük
Kulak) radyoteleskobunda dar bantlı bir radyo sinyali olarak tespit
edildi. Sinyal, dünya dışı, hatta güneş sistemi dışı kökenli sinyallerden
beklenen tüm özelliklere uyuyordu. Medya tarafından büyük ilgi gören sinyal,
tüm çabalara karşın tekrar tespit edilemedi. Sinyalin yıldızlararası
sinyallerden beklenen özelliklere tamı tamına uymasına şaşıran Ehman,
bilgisayar çıktısındaki izini daire içine alarak, sayfa kenarına
"Wow!" (İngilizce hayret ünlemi, "vay be!") yazdı. Bu
ünlem, daha sonra sinyalin adı haline geldi.
Bilimkurgu severler bilir, WOW Sinyali en meşhuru
Contact (1997) olmak üzere pek çok film ve kitapta kullanılmıştır. Yazarın “6EQUJ5”
dahil WOW’u kullanış şeklini sevdim. Astronotların birer birer ölmeleri ve bu
gerilimin hayati sistemlerin kaybedilmesi ile üs içinde karanlıkta, oksijen
azken ve insanlar paranoyaklaşırken kullanılması da başarılı. Fakat her şeyin
sonunda olayların doppelgänger (çift-gezer) ve cehenneme bağlanması hikayeyi
bilimkurgunun dışına iten etmenlerden. Kötü adamı uzaylı yapmamak için durumu
efsanelere bağlamak iyi bir fikir olabilir aslında ama yaratıkların hem maddi
olması hem de maneviyata bağlamak, bilemiyorum. Şeytani ikizinizi itip
kakabiliyorsunuz ama bıçaklamak işe yaramıyor. Görüntülerini zırt pırt
değiştirebilen bu şeylerden kaç tane var belli değil. Amaçları Dünya’ya geri
dönebilmek ve bunun için on yıllarca beklemişler ama Hannah 1’deki kaçış modülünü
bulamamışlar, böyle büyük bir beceriksizlik sonrası ise modülü havalandırmayı
başarıyorlar. Dünya’ya inince de bakteri misali çoğalarak önlerine geleni yok
ediyorlar. Peki bu yaratıklar nasıl yok edilir? Bunu da asla öğrenemiyoruz ama
2081 yılında kökleri kurutulmuş ki Ay’a araştırma için RV Providince isimli bir
gemi gönderilmiş, gemi cesetleri tanımlıyor, veda notları buluyor vs. ama her
şey havada kalıyor. Yine de ben finali fena bulmadım, en azından hikaye mutlu
sonla bitmiyor. Mia Antoine’la kollarında bir bebekle bir gece mehtabı
seyreyleyebilirdi mesela, aman yarabbi.
Kıssadan Hisse; Ay’da 172 Saat vasat bir kitap,
beklentileri yükseltmeden okunduğunda can sıkıntısına iyi gelebilir ama insanı
değiştiren kitaplardan değil asla. Eklemekte fayda var; kitap iyi bir
uyarlamayla zevkle izlenebilecek bir korku filmine veya uzun soluklu bir gerilim
– hatta bilimkurgu - dizisine dönüştürülebilir.
Ek Not: Doppelgänger olarak adlandırılan
yaratıkların ne olduğu akıllarda soru işareti, benim için değil. Sayın yazar,
arkadaşım; Ay’ı inler cinler basmış, adamları da kızdırmışız yok oraya üs kur
yok buraya bayrak dik. Adamlar intikam yemini etmiş, Ay’da gördüklerini
çarpıyor hatta bununla yetinmeyip Dünya’yı da aradan çıkarma planları yapıyor.
Şimdi ben eminim ki RV Providince
mürettebatı namazında niyazında abdestli insanlar, 2081 öncesinde bir Felak Nas
çözerdi bu işi ama müslümanları göndermiyorsunuz ki uzaya, biz ne yapalım.
Ek Not 2: Ve bu yorum üzerine Türkiye Uzay Ajansı’nın
kurulacağı haberi geldi. Bekle bizi Ay, üç yüzyıla kadar ordayız!
Burcu Kumbay / 11.01.2016