4 Eylül 2011 Pazar

Pirates Of The Caribbean


Korsanlar; savaşmaktan lime lime olmuş çalıntı zengin işi giysileri, kırık ve çürük altın kaplama dişleri, üzerinde tüylü ve kocaman şapkaların durduğu uzun ve karmakarışık saçlarla çevrelenmiş yüzleri, çoğu zaman tek bir göz, kancadan bir el ve tahtadan bir bacak; gözünüzün önüne bu görüntüler geliyor değil mi? Korsanlar genelde sevilmez, çocuklar korkunç yetişkinler vahşi bulur onları ama benim gibi Define Adası’nı okuyarak büyümüşseniz hele de sonradan Pirates Of The Caribbean serisini izlemişseniz işler tamamen değişir hatta çığırından çıkabilir. Farkına bile varmadan bir de balmışsınız ki korsanların hayranı oluvermişsiniz.

Karayip Korsanları ile maceram 2003 yılında başladı. O zamanlar her rolün altından kalkabilmesiyle ünlü Johnny Depp ile ilgili kafalarda “nasıl korsan olur” soruları dolanmaktaydı, yanında Yüzüklerin Efendisi’nin Legolas’ı Orlando Bloom’u esmer izleyecektik; Keira Knightley’i tanımıyorduk bile. Korsanlarla ilgili neredeyse 2.5 saatlik bir film hem de Disney yapımı, ya maceraya körlemesine dalacaktık ya da uzak kalacaktık. İlk seçeneğe yönelenler arasında idim, şanslıydım çünkü hayatımda izlediğim en iyi seriye dahil olmuş oldum.

Pirates of The Caribbean, şimdiye dek çekilmiş 4 filmi bulunan gerçek bir seri. Özellikle ilk 3 bölüm neredeyse değişmeyen oyuncuları, bir bütün halindeki senaryosu, yazar kadrosu ve yönetmeniyle birbirine bağlı bir film sayılabilir. İlk üç filmde değişen şey sadece ilk filmin kompozitörü Klaus Badelt’in devam filmlerinde bayrağı yine kendisi gibi usta Hans Zimmer’a devretmiş olmasıdır zira Hans Zimmer soundtrack’in ana temasına bağlı kalmış ve ortaya müthiş 3 adet albüm çıkarmıştır. Serinin son yani dördüncü filminde ise yazar ve senarist kadrosu değişmezken ilk üç filmin yönetmeni Gore Verbinski’nin koltuğuna Rob Marshall yerleşiyor ve oyuncu kadrosunun temelini oluşturan 4 kişiden ikisi kalıyor sadece; Johnny Depp ve Geoffrey Rush. Bu nedenle son filmin kurgusunda bir zayıflama var, zaten devam filmlerini izlemek zorken işler iyice zorlaşıyor gibi. Tabi bunda Johnny Depp’in inanılmaz karakteri “Kaptan” Jack Sparrow’u dengede tutan anti-Sparrow Will Turner’ın yokluğu kesinlikle en büyük etken. Bunun yanında film boyunca karnı burnunda olan Penelope Cruz’un ortada ördek gibi dolaşması, ördek gibi dolaşmadığı zamanlarda da yerine kardeşi Monica Cruz’un dublörlük yapmasının katkısı da yok değil. Usta oyuncu Ian McShane’in varlığı bile filmi yükseltememiş hatta Judi Dench’in 5 saniye görünmesi bile pek bir etki yapmıyor diyebilirim. Anlayacağınız son film Sparrow ve Barbossa arasında geçiyor. Sparrow her zamanki gibi fırıldak, Barbossa tabii ki kötü peki iyimiz nerde diye soruyorum kendime; masum denizkızımızı kurtarmaya çalışan rahip olabilir mi? Pek de olası görünmüyor. Dengeler eşit değil, karakterler zayıf kalmış, filmi Johnny Depp tek başına da götürebilir ama izlemek istediğimiz Jack Sparrow mu yoksa Karayip Korsanları mı işte asıl mesele bu.

Tüm seriyi 2 günde yeniden izlemiş bir Karayip Korsanları hayranı olarak henüz izlememiş veya izleyip de unutmuş olanlar için filmlerden kısaca bahsetmek boynumun borcudur.

Hikayenin başlangıcı olan Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl (2003) oldukça başarılı bir başlangıç filmi çünkü ilk 3 filmin ana karakterlerini derinlemesine gözler önüne seriyor. Filme Will Turner (Orlando Bloom)’ın henüz küçük bir çocukken Elizabeth Swann (Keira Knightley) ve babası tarafından bulunması ile başlangıç yapıyoruz. Elizabeth Will’in boynundaki korsan madalyonunu kimse görmesin diye çalar. Yıllar geçer, Elizabeth yakışıklı nişanlısı Amiral James Norrington (Jack Davenport) ile evlenmesine günler kala madalyonu takar ve yıllar boyunca sürmekte olan bir lanetin son halkası olduğunun farkında olmadan kendini Siyah İnci ve “arada kalmış” mürettebatının yanında buluverir. Bu arada Jack Sparrow (Johnny Depp) çıkan bir isyan sonrası Barbossa (Geoffrey Rush) tarafından çalınan Siyah İnci’nin peşindeyken korsanlık suçuyla hapisten kurtulmaya çalışmaktadır; Siyah İnci’nin saldırısı sonrası kaçırılan Elizabeth’in peşine düşen Will Turner ile bir olur fakat onun hedefi Siyah İnci’yi Barbossa’dan geri alabilmektir. Siyah İnci, peşlerinde Sparrow ve Turner, onların da peşlerinde Norrington ve kraliyet donanması olduğu halde Tortuga’ya doğru yola çıkarlar. Barbossa Turner soyundan geldiğini sandığı Elizabeth sayesinde Aztek Laneti’ni ortadan kaldırmaya çalışırken Jack Sparrow Siyah İnci’ye kavuşabilmek için taraf tutmaksızın elinden geleni ardına koymayacak, bu arada Will ve Elizabeth sonu pek de mutlu bitmeyecek aşk hikayelerine ilk adımı atmış olacaklar. Biz ise 143 dakika boyunca yer yer karakterlerin tanıtılması amaçlı yavaşlayan akışın yanında iyi efektler, harika müzikler ve çok iyi oyunculukla dolu ilk filmi sıkılmadan izliyor olacağız. Dörtlemenin ilk filmi olan Siyah İnci’nin Laneti serinin en sevdiğim ikinci filmidir, özellikle oyunculuk tartışılmaz derecede iyidir. İyi bir serinin iyi temeli niteliğinde iyi bir giriş filmidir.


Serinin ikinci filmi olan Pirates of the Caribbean: Dead Man’s Chest (2006), 3 yıl aradan sonra değişmeyen bir kadro, oturmuş karakterler, daha fazla macera ve daha iyi bir kurguyla karşımıza çıkıyor. İlk filmin sonunda birbirine kavuşan Will ve Elizabeth evlenmek üzereyken Amiral Cutler Beckett tarafından korsanlara yataklık etme suçundan hapsi boylarlar. Beckett tüm denizleri kontrolü altına almak istemektedir ve bunu yapabilmek için ihtiyacı olan şey de Jack Sparrow’un elindeki insanı hayatta en çok istediği şeye götüren bozuk pusuladır. Bu nedenle Will Turner’la özgürlükleri karşılığı pusulayı getirmesi koşuluyla antlaşma yapan Beckett’ın planları Will’in gitmesinin ardından kaçarak peşine düşen Elizabeth yüzünden sekteye uğrar. Bu arada Jack Sparrow ödenmemiş bir borcunun tahsilatı için peşine düşen Davy Jones’dan kaçmak için bir adaya sığınır, burada yerliler tarafından tanrı ilan edilerek yenmek üzereyken Will tarafından bulunarak kurtarılır. Buradan itibaren işler sarpa sarar; Sparrow kendine karşılık Davy Jones’a Will’i teklif eder, Will Uçan Hollandalı’da babasını bulur, onu kurtarabilmek uğruna kaçarak Sparrow’u Davy Jones’a teslim etmenin peşine düşer. Elizabeth eski nişanlısı peşinde olduğu halde Will’e kavuşmaya çalışmakta, Davy Jones Sparrow’un peşinde Kraken ile gemileri batırmakta, Will ise babasını kurtarmak için Sparrow’u ele geçirme planları yapmaktadır. Hepsinin tek bir ortak amacı vardır; Davy Jones’un Ölü Adamın Sandığı’ndaki kalbini ele geçirmek. Sandık bulunur ama kalp Norrington tarafından çalınır. Davy Jones’dan kaçamayacağını anlayan Siyah İnci mürettebatı gemiyi terk eder, Kraken’in gelmesine dakikalar kala Elizabeth Jack’i öperek onu direğe kelepçeler. Sadece öpme kısmını gören Will beyninden vurulmuşa döner, Kraken Jack’i gemiyle birlikte derin sulara çektiğinde Will ve mürettebat Tia Dalma’dan yardım isterler, Tia Dalma onlara Jack’in ardından Dünya’nın Sonu’na gitmeleri gerektiğini anlatarak onları yeni kaptanlarıyla tanıştırır; eski bir dost olan yeni kaptanları hayata döndürülen Barbossa’dır. Dörtlemenin ikinci filmi Ölü Adamın Sandığı favori filmimdir. Karakterlerin iyice oturduğu ve efektlerin inanılmaz olduğu konusu tartışmasız en iyi bölüm. Jack Sparrow’un dönekliği tavan yaparken Will Turner tüm gücüyle karşısına çıkıyor. Bir de ikisinin arasına Elizabeth Swann girince tadından izlenmiyor doğrusu. 151 dakika süren maceranın dozu hiç azalmıyor, Uçan Hollandalı ve mürettebatı hakikaten izlenmeye değer, Kraken ve gemileri kürdan gibi parçalaması ise anlatılmaz izlenir.

Serinin üçüncü filmi olan Pirates of the Caribbean: At World’s End (2007)’de adı üstünde bir yıl sonra kendimizi Jack’in peşinden Dünyanın Sonu’na gider vaziyette buluyoruz. Will Jack ve Elizabeth arasında bir şeyler olduğunu düşünmekte ve kahrolmaktadır, Elizabeth Jack’i ölümüne göndermenin vicdan azabını çekmektedir, bu halde Barbossa ve Tia Dalma önderliğinde Dünya’nın Sonuna giderler ve Siyah İnci ile Jack’i geri getirirler. Beckett ele geçirdiği Davy Jones’un kalbiyle tüm denizlere ve özellikle korsanlara kök söktürmektedir. Zaten karmakarışık olan işlerin içine Korsanlar Konseyi de girer ve Davy Jones ile Kraliyet Donanması’nın karşısında savaşmak veya Callipso’yu serbest bırakmak arasında seçim yapmaya çalışırlar. İşler buradan itibaren iyice sarpa sarar; kimin hangi tarafta olduğunu ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelecektir özellikle Will babasını kurtarmak uğruna Davy Jones’un yerine geçmeyi bile göze alır nitekim olan olur; Davy Jones Will’i kalbinden yaralar, Jack çok istediği ölümsüzlüğü ve Uçan Hollandalı’yı Will’e devreder. Will babasını kurtarmıştır fakat Elizabeth’i kaybetmiştir, iki sevgili artık sadece on yılda bir gün bir araya gelebileceklerdir. İhanetin tavan yaptığı ve ana karakterlerin oyundan çıkarıldığı bölüm diyebileceğim Dünyanın Sonu serinin en sevdiğim üçüncü filmidir – gerçi son filmi saymıyorum yani üçüncü film benim için son filmdir de diyebilirim – özellikle kim ne tarafa geçti takip etmekte oldukça zorlanmama rağmen hiç sıkılmadan tam 169 dakika kendimi kaptırdığım bir kurguya sahiptir. Filmin en müthiş tarafı inanılmaz soundtrack albümüdür, diğer albümlerde olmayan bir hüzne ve ritme sahiptir öyle ki sürekli listemde olan ve devamlı dinlediğim tek ost’dir. Filmin sonunda Will Turner’ın ölmesi, ölümsüz olması ve hikayeden çıkması bir nevi serinin sonunun başlangıcı. Sparrow’un tek başına kalması ve dengelerin bozulmasının etkisi dördüncü filmde açıkça görülüyor.


Ve serinin dördüncü filmi Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides (2011), 4 yıl aradan sonra yönetmeni değişmiş ve oyuncu kadrosunun yarısını kaybetmiş bir şekilde geri dönüyor. Üçüncü filmin sonunda Jack tarafından çalınan Gençlik Pınarı’nın haritası üzerine kötü adamların, yine kötü adamların ve aralarında Jack’in macerasını izliyoruz. Jack elinde Gençlik Pınarı’nın haritası olduğu halde eski aşkı Angelica Teach (Cruz Kardeşler)’e rastlıyor. Angelica gemisine aldığı Sparrow’a yardım etme sözü veriyor ne var ki o ve babası Blackbeard (Ian McShane) da Gençlik Pınarı’nın peşindedir. Sparrow bir yandan Barbossa ve Siyah İnci’nin peşindeyken diğer taraftan Blackbeard ve kızı Angelica tarafından tutsak alınmıştır. Gençlik Pınarı’nda gençleşmek için denizkızı gözyaşlarına ihtiyaç vardır, sahneye insan yiyen vahşi denizkızları ve aşık bir rahip girer. Herkes birbirinin peşinde kovalamaca halindeyken Gençlik Pınarı’na varılır. İspanyollar tanrıya hakaret kabul ettikleri pınarı yerle bir etme çabasındayken Blackbeard kızının hayatını çalarak gençleşme sevdasına düşecektir. Tahmin edeceğiniz üzere serinin en az sevdiğim filmidir Gizemli Denizler’de. Kardeşlerinin aksine daha kısa, sadece 136 dakika sürmesine rağmen yer yer sıkılabileceğiniz bir film zira daha önce anlatmaya çalıştığım üzere Johnny Depp ve Geoffrey Rush işi iki tabanca götürmeye çalışıyorlar ve ortada iyi taraf olmayınca dengeler alt üst oluyor o kadar ki Barbossa tipik tahta korsan bacağıyla bana çok babacan göründü neredeyse “size iyi diyebilir miyim” diye boynuna sarılacaktım. Jack’de bir değişiklik yok, her zamanki gibi fırıldak olmasına rağmen kadın seçimlerinin de berbat olduğunun farkına bir kez daha varıyoruz. Filmin havasında bir İspanyol esintisi seziliyor, aynı şekilde soundtrack’in de tınılarında İspanyol tarzı mevcut. Finalde Jack, elinde şişe içindeki Siyah İnci ve günbatımı bize beşinci filmin yolda olabileceği sinyallerini verse de Will Turner hatta Elizabeth Swann olmaksızın bir Karayip Korsanları filminin yavan tadını nasıl giderebilirler bilemiyorum, buna ihtimal vermiyorum ama bir Karayip Korsanları ve Jack Sparrow hayranı olarak yine izlerim yine izlerim.

Bir anlat anlat bitiremediğim yazımın daha sona gelmişken “işin gücün yok mu da oturup saatlerce bunu yazdın” diyenlere karşı cevap hakkımı kullanıyorum. Bir film aşığı olarak izlediğim iyi yapımların karşılığını izlediklerimi kelimelere dökerek verme ihtiyacı hissediyorum. Bu yazdıklarımı Johnny Depp ve Orlando Bloom’la karşılıklı oturup saatlerce konuşmak istemezdim desem yalanların en büyüğü olacak lakin bu imkana sahip olmadığım için içimi her kimseniz size döküyorum. Bana yazımı okuma lütfunu göstermiş olduğunuz için teşekkürler, filmi izlemediyseniz de kesin izleyin, beni tanıyorsanız hiç şansınız yok zaten bir gün kesinlikle izleyeceksiniz. Kraken’den bile kaçabilirsiniz ama benden asla.


B.Kumbay / 04.09.2011

2 yorum:

Taurus Skywalker dedi ki...

Okurken seriyi yad ettim. Ellerine sağlık Burcu. =)

Llamrei (Burcu Kumbay) dedi ki...

Okuduğun için teşekkürler Serdar, beğenmene sevindim :)

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...