29 Nisan 2012 Pazar

Chronicle


Mucize, sihir, doğaüstü olaylar göremediğimiz bu sıradan ölümlü dünyada süper kahramanlık, süper güçler ve doğaüstü olayların işlendiği filmler, diziler ve kitaplar her zaman ilgimi çekmiştir. Özellikle bu tür filmlerin senaryoları her ne kadar birbirine benzese de genelde izlemekten zevk alırım. Beyazperdede uzaylılar tarafından kendine verilen güçle, dokunduğu bir maddeden kazandığı yeteneklerle, büyü ile yaptığı doğaüstü hareketleriyle ortalığı karıştıran sıradan insanlar karşımıza oldukça sık çıkmakta. Konu olarak bu tür yapımları her ne kadar seviyor olsam da, footage tekniği (el kamerası kullanılan çekim tarzı) kullanılarak çekilen mockumentary (kurmaca belgesel) türü filmlerden pek hoşlanmıyorum. Bu tür filmler her ne kadar gerçekçi olsa da (örneğin REC ve Trolljegeren bu türün en güzel iki örneğidir) sürekli hareket eden kamera, bulanık görüntüler ve kamera açısı beni oldukça rahatsız eder. Bu bakımdan Chronicle’ı izlemeye karar vermem pek de kolay olmadı ama izledikten sonra sevinerek türün farklı bir örneği olduğunu görmüş oldum. 


Chronicle’ın konusuna değinmek gerekirse; Andrew lise son sınıfa giden, anti sosyal ve kuzeni dışında hiç arkadaşı olmayan kendi halinde biridir. Annesi ağır hasta olan Andrew, kendini sürekli döven babası ile sorunlar yaşamaktadır. Bir gün kendine bir kamera satın alan Andrew hayatını günlük şeklinde kaydetmeye başlar. Bir gece kuzeni Matt ile gittiği bir partide ağaçların arasında ıssız bir yerde bir mağara girişi keşfeden Andrew, Matt ve arkadaşı Steve mağaranın derinliklerine inerler ve doğaüstü bir varlıkla temasa geçerler. Yaşadıkları bu deneyimden sonra üçü de telekinezi yeteneği kazanır, düşünceleriyle cisimleri hareket ettirebilmektedirler. Başlarda insanlarla dalga geçip eğlenmek için kullandıkları yetenekleri gittikçe güçlenmeye başladığında toplumdaki statülerini yükseltmek için bu yeteneklerini kullanabileceklerini keşfederler fakat işler Andrew’un aile içi sorunlar nedeniyle kontrol altına alamadığı öfkesi arttıkça çığırından çıkmaya başlar. 


Chronicle 12 milyon $ bütçesi, tanınmamış oyuncuları ve yönetmeniyle başlangıçta beklentilerinizi düşük tutarak izlemeniz gereken bir film gibi görünse de aslında hiç de öyle değil. Filmde kullanılan footage tekniği Andrew’un kamerayı güçleriyle yönetebilmesi sayesinde alışık olduğumuz üzere omuz hizasında, koşarken sürekli sallanan bulanık görüntüler ve belirsiz gölgeler şeklinde değil; kamera 360° geziyor, genelde havada süzülüyor, kuşbaşı çekim bile yapabiliyor. Bunun dışında karakterlerin sıradanlığı, birkaç sahne dışında senaryoda abartı olmaması, konunun sade anlatılış biçimi ve gereksiz diyaloglar içermeyen, aile dramı ile ağırlaştırılmamış bir kurgu filmi izlenebilir ve beğenilebilir kılıyor. Özellikle son 15 dakikayı soluksuz izleyeceğiniz garanti diyebilirim. Bu kadar düşük bir bütçeyle böyle iyi efektler nadir karşımıza çıkıyor, neredeyse yarısı havada geçen filmde bazı sahnelerde “nasıl yani” diyerek kala kaldığımı itiraf etmeliyim. Filmin bana göre iki minör kusuru var; Andrew ve Matt arasındaki ailevi ve arkadaşlık bağını biraz daha güçlendirip sondaki malum sahneyi daha vurucu hale getirebilirlerdi ve finali biraz daha özgün yapabilirlerdi. Yine de bu haliyle bile türü içinde izlenmesi gereken bir film Chronicle. 


84 dakikanızın boşa gitmeyeceği garanti.


B.Kumbay / 29.04.2012

31 Mart 2012 Cumartesi

Wrath Of The Titans


Clash Of The Titans nedendir bilinmez (!) takıntım olan filmlerdendir. Hani şu sinemada en az iki kez gittiğim, hiç bıkmadan ayda bir kez izleyebildiğim, ele güne karşı sonuna kadar savunduğum filmlerden. Ayrıca kim ne derse desin izlemesi oldukça keyifli, fantastik türün iyi örneklerinden biridir. Bu nedenledir ki devamının çekileceği haberini aldığım 2010’un sonundan beri deli gibi beklediğim ve gün saydığım Wrath Of The Titans’ı nihayet izleyebilmiş olduğum bu ruh hali içerisinde birazdan okuyacağınız eleştiri kesinlikle tarafsız değildir şimdiden belirtmekte fayda görüyorum.

Wrath Of The Titans hakkında konuşmaya kısaca konusuyla başlamak istiyorum. Kahramanımız Perseus ilk filmdeki yiğitliğiyle tüm insanların ve tanrıların saygı ve sevgisini kazanmışken inadından vazgeçmez ve evlenip çoluk çocuğa karışarak hayatına balıkçı olarak devam eder. Aradan 10 yıl geçmiştir ve Perseus karısını kaybetmiş (filmde karısının kim olduğunu göremesek de Perseus’un IO’nun mezarı başında gördüğümüz için IO olduğunu varsayıyorum) oğlu Helius ile sıkıcı ve güvenli bir yaşam sürmektedir. Bu arada insanlar tanrılara dua etmeyi tamamen bırakmış, bu nedenle tanrılar güçlerini teker teker kaybetmiş ve diğer tanrıların aksine hapishanede kötü emellerine ulaşmak için şeytani planlar yapmakta olan Zeus’un kardeşi Hades git gide güçlenmiştir. Tanrıların babası Kronos’un iktidarı ele geçirerek dünyanın sonunu getirmesinden korkan Zeus Perseus’dan yardım ister fakat Perseus insan olarak yaşamak ve oğlunu asla yalnız bırakmamak için ettiği yemini bozmak istemez. Bunun üzerine zamanında Kronos’u hapseden ve güçlerini elinden alan tanrılardan Zeus ve Poseidon yanlarında Zeus’un oğlu savaş tanrısı Ares olduğu halde Hades’den yardım talep etmek için yer altı dünyasına inerler. Ve tabi burada onları büyük bir sürpriz beklemektedir. 



WOTT’ı beğenerek (bayıla bayıla) izlemiş olsam da benim için COTT’ın yerini asla tutamaz bunu belirtmek isterim. WOTT'da genelde yüz yüze gelmiş olduğumuz devam filminin ilk filmin yerini tutamaması sorunsalı yine karşımıza çıkıyor. WOTT’da Perseus’u kişiliği oturmuş, babasını affetmiş ve insani yanı daha kuvvetli bir şekilde izliyoruz; ilk filmde gördüğümüz “ne olursa olsun yakar yıkarım” tavırlarının yerini “oğlum için yakar yıkarım” tavırları almış, saçları uzamış, daha bir bilge olmuş ve affetmeyi öğrenmiş. İlk filmde yüzüne bakmadığı Andromeda ile aynı savaşta yer alıyor; Poseidon’un yarı insan oğlu olan kuzeni Agenor’u adam ediyor, Pegasus ile olan ilişkisi başka bir boyuta taşınmış, kendini yenilmesi neredeyse imkansız olan büyükbabası Kronos’un karşısında buluveriyor. Hikayenin akıcılığı konusunda herhangi bir olumsuzluk yok, fantastik filmleri sevenlerin alışkın olduğu şekilde bol ve güzel efektli bir savaş eşliğinde hiç sıkılmadan izliyoruz filmi. Ne var ki ilk filmdeki bazı şeyleri çok aradım, bunlar da şunlardır;

İlk filmdeki Ramin Djawadi’nin film ile inanılmaz uyumlu olan eşsiz müzikleri WOTT’da yok, müzikler gayet sıradan, kurgu ile uyumu olmamış. Kompozitörün Javier Navarrete olması maalesef benim için hayal kırıklığı oldu.

Filmin 3D olmasına ben 3D izlemek zorunda kalmadığım sürece bir itirazım yok fakat filmi 3D izlemek zorunda kaldım ve kendimi filme tam anlamıyla veremedim. Her ne kadar 3D’den nefret etsem de (gözlüğünden daha da fazla), WOTT’da özellikle ateş ve kıvılcım içeren; Perseus’un Pegasus üzerinde olduğu halde Kronos ile savaştığı sahneler gibi bazı sahneler hakikaten iyiydi. Yine de 2D’li Blue Ray versiyonuna daha fazla bayılacağımdan adım gibi eminim. 






Filmi Türkçe dublajlı izledim fakat 3D olduğundan altyazı sorunu yaşayacağım için dublajlı olduğuna şükrediyorum. Dublaj da gayet iyiydi şansıma.

Filmde Andromeda’nın ilk filmdekinden farklı bir oyuncu tarafından canlandırılması pek de uygun olmamış zira çoğu kişinin “haa bu kız o kız mı” diye tepki verdiğinden neredeyse eminim.

Perseus’un oğlu Helius karakteri hoşuma gitmedi. Babası Perseus, dedesi Zeus, annesi IO olduğu halde ortaya nasıl Helius gibi zırlak bir çocuk çıkabilir ki? Keşke o zamanlar DNA testi olsaydı demek geliyor içimden.

Filmde Perseus ve Pegasus arasındaki ilişkiye bayıldım, özellikle Perseus’un omzuna kanadı yemesi ve ikili arasında geçen diyaloglar (Perseus konuşur Pegasus kişner) çok hoştu. WOTT’da İlk filmdeki espri düzeyi korunmuş bu bakımdan da oldukça güzeldi.

Filmin süresi 99 dakika! Mahsus mu yapıyorlar bilmiyorum ama yetmiyor kardeşim bari 115 filan yapsaydınız. Elde bol malzeme varken insanın hevesini kursağında bırakmayın ne olduğunu anlamadan bitiyor film ve elimizde o saçma gözlüklerle kalıveriyoruz. 


Oyunculuk konusunda zaten konuşmayacağım, Sam Worthington tabii ki mükemmeldi, Liam Neeson ve Ralph Fiennes de kötü olabilir mi ki! Yönetmen Jonathan Liebesman hakkında nötrüm (yine de Louis Leterrier’i daha çok seviyorum) yalnız senaryo daha enteresan olabilirdi. Filmin ilk filme göre daha ağır olan dram yönüne de bayıldığım söylenemez zira fedakar aile fertleri, baba çocuk sevgisi, zırlayan tıfıl evlatlar izlemek istesem fantastik filme gitmezdim haliyle. Bu bakımdan Perseus’u evlendiren ve çocuk sahibi yapan, ardından 10 yıl önce yüzüne bakmadığı Andromeda’yı öptüren senaristleri gördüğüm yerde Agenor’un Perseus’u tokatladığı gibi tokatlayacağımı ve omuzlarına kanadımla vuracağımı buradan beyan ederim. 




Sonuç olarak; tabii ki izlemelisiniz hatta sinemada en az iki, ev ortamında en az 5, arkadaş ortamında en az 3 şeklinde. Hatta en iyisi Clash Of The Titans’ın ardına Wrath Of The Titans’ı izlemek olacaktır. Devamı gelsin mi gelmesin mi sorusuna ise “tabii ki gelsin, üstelik bu sefer Türkiye’de çekilsin” diye bağırarak cevap veriyor ve filmi ikinci kez sinemada izleyeceğim gelecek haftayı beklemeye koyulmak üzere hayal alemindeki kovuğuma çekiliyorum.

Yaşasın Kraken’i yenen Perseus!

B.Kumbay (W) / 31.03.12


25 Mart 2012 Pazar

The Hunger Games


Seriler güzel oldu mu benim için dünyanın en büyük nimetlerindendir, yıllarca okur, izler; karakterleri dostunuz, kardeşiniz, düşmanınız olarak görür, acılarıyla üzülür, sevinçleriyle mutlu olursunuz. Hikaye bittiğinde sanki yaşamınızdan bir parçaymışçasına benliğinize işler, hayallerde de olsa hayatınızın bir parçası olur. İsimlerini duydukça kah silik bir gülümseme belirir yüzünüzde, kah gözleriniz dolar. Fakat bir hikayenin bu denli içinize işleyebilmesi kolay değildir, her hikaye bir Kara Kule, bir Taht Oyunları, bir Yüzüklerin Efendisi olamaz. Yazım-çekim tekniği, karakterler-oyuncular, senaryo-kurgudan daha fazla şeyler gereklidir bunun için; hikayenin ruhunuza işleyebilmesi gerekir, ona dokunabilmeniz gerekir kalbinizle, DNA’nıza işleyebilmesi gerekir. Tüm bunları yapabiliyorsa eğer, bir seri benim için dünyalara bedeldir, beni başka dünyalara çekip götürebildiği ve zaman zaman orada yaşayabilmemi sağladığı için.

Twilight felaketi sonrası cesaretimi toplayarak okuduğum Açlık Oyunları bittiğinde seriden duyduğum memnuniyeti uzun bir yazı ile dile getirmiştim. Uyarlamalara ve özellikle uyarlamalardaki farklılıkları uzun uzadıya yazmaya bayılırım. Açlık Oyunları’nın ilk filmini asıl bunun için merakla beklemekte idim ve nihayetinde gösterim günü geldi çattı, filmi büyük bir zevkle huşu içerisinde izledim ve sonuç beklediğimden de iyiydi diyebiliyorum gönül rahatlığıyla. Asıl meselemize gelmeden önce kitabı okumamışlar için kısaca konudan bahsetmek gerekirse;

Dünya ilerlemiş ve büyük bir savaş sonrası mıntıkalara bölünmüştür. Mevcut 13 mıntıka Panem denilen ülkenin başkenti Capitol tarafından idare edilmekte iken başkaldıran 13. Mıntıka ordu tarafından haritadan silinir. Geriye kalan 12 mıntıka ise özgürlüğün ne denli tehlikeli olduğunu hatırlamaları için her yıl yapılacak Açlık Oyunları’na bir kız bir erkek olmak üzere 12-18 yaşları arasında çocuklar göndermekle cezalandırılır. Açlık Oyunları Capitol tarafından gaddar oyun kurucular ve gelişmiş bilgisayarlar ile idare edilen arenalarda yapılmakta; katılan 24 çocuktan sadece biri sağ kalıp şampiyon olmaktadır. 12. Mıntıka’da annesi ve kardeşi Prim ile zorluklar içinde yaşam mücadelesi veren Katniss Everdeen, babasının bir maden kazasında ölmesi sonrasında ailesinin karnını avcılık yaparak doyurmaya çalışan 16 yaşında bir genç kızdır. Günlerini arkadaşı Gale ile birlikte ormanda avlanarak geçiren Katniss Açlık Oyunları için çekiliş zamanı geldiğinde kurada kardeşi Prim’in adının çıkması ile yıkılır ve Prim’in yerine gönüllü olur. Katniss’in Açlık Oyunları’ndaki ortağı fırıncının oğlu, Katniss’in okul arkadaşı Peeta Mellark olur. Akıl hocası olarak yanlarında 12. Mıntıka’nın tek şampiyonu alkolik ve aksi Haymitch olduğu halde Açlık Oyunları için Capitol’e giden ikili ümitsizce hazırlanmaya başlar. Oyunlar öncesi yapılacak ve tüm Panem tarafından izlenecek olan gösteri ve mülakat için hazırlanan Katniss ve Peeta genç stilist Cinna’nın sayesinde tüm dikkatleri üzerine çekerler. Mülakat sırasında Peeta’nın Katniss’e olan aşkını itiraf etmesiyle işler çığırından çıkacak, arenadaki kanlı savaş aşk uğruna yapılacak bir mücadele ile gölgelenecektir. Bu durumdan hoşlanmayan Panem’i yöneten Başkan Snow Peeta ve Katniss’in hayatını cehenneme çevirmeye kararlıdır. 



The Hunger Games yani serinin ilk filmi 142 dakikalık uzun süresine rağmen tek bir gereksiz sahnesi olmayan ve şimdiye dek izlediğim aslına sadık en iyi uyarlama filmlerinden biri. Oyuncular önceleri olmamış gibi görünse de filmde kimse sırıtmıyor, her oyuncu karakterine yakışmış. Özellikle Jennifer Lawrence (Katniss), Josh Hutcherson (Peeta), Liam Hemsworth (Gale), Elizabeth Banks (Effie), Stanley Tucci (Caesar), Donald Sutherland (Snow), Woody Harrelson (Haymitch) ve Amandla Stenberg (Rue)’ü başarılı buldum. Rollerine yakışmadığını düşündüğüm iki oyuncu Lenny Kravitz (Cinna) ve Willow Shields (Prim) oldu, bu iki karakter kitapta hissettiğim gibi değildi. Filmin sürprizi ise Wes Bentley oldu, Seneca Crane’i sadece isim olarak biliyorduk filmde önemli karakterlerden biri olarak görmek gayet güzel oldu. Filmin yönetmeni Pleasantville ile tanıdığımız ve yönetmenlik tecrübesi fazla olmayan Gary Ross. Ross filmde mümkün olduğu kadar az müzik kullanarak karanlık ve ciddi bir atmosfer yaratmak istemiş, karakterler üzerinde fazla durmamış bu nedenle kitabı okumayanlar özellikle Katniss, Peeta ve Gale arasındaki ilişki ve Katniss’in görünenden çok farklı olan kişiliği hakkında gerekeni alamayacaklar fakat dolu dolu olan ilk kitabı 142 dakikaya sığdırmak pek de kolay olmasa gerek bu bakımdan Ross’un elinden geleni yaptığını düşünüyorum.

Gelelim kitap ve film arasındaki farklara;

• Filmde haliyle daha yüzeysel olarak işlenen ana karakterler bize hissettirmeleri gerekenleri hissettiremiyor bu bir ama görsel olarak karakterlerin düşüncelerini işlemek oldukça zor ve işlenmesi gereken zengin bir hikaye var o yüzden bu maddeyi geçebiliriz.
• Hikayede önemli bir yere sahip olan Alaycı Kuş İğnesi kitapta Katniss’e okul arkadaşı valinin kızı Madge tarafından veriliyor. İğne sıradan bir armağan değil; Capitol tarafından soyları tüketilmeye çalışılmış, 12. Mıntıka için özgürlük demek olan Alaycı Kuş’un sembolü bu iğnenin hikayesi daha önce Açlık Oyunları’na katılmış olan Madge’in teyzesi ve Katniss’in annesine kadar uzanıyor. Üç kitapta da Madge önemli bir karakter ne var ki filmde tamamen silinmiş olması pek de yerinde bir karar olmamış bana göre.
• Kitapta Katniss Capitol yolunda trende ve oyunlar öncesi otelde yemekleri büyük bir iştahla yiyor, hatta meşhur bir kuru erikli yahni var ki bu yemek daha sonra Katniss ve Peeta mağarada kalırken ikiliye Haymitch tarafından paraşüt ile gönderiliyor fakat filmde Katniss’i yemek yerken neredeyse hiç göremiyoruz. Oysa Katniss hayatında sayılı kez ekmek görmüş, çektiği tüm acılara rağmen aç kalmamak uğruna zevkle yemek yiyen bir karakter, filmde bu yansıtılamamış ve 12. Mıntıka’da ölümlerin en büyük nedeni olan açlık ve yoksulluk seyirciye yeterince hissettirilmemiş.
• Haymitch kitapta alkolik, özellikle Katniss’le hiç anlaşamayan, ağzından cımbızla laf alınan aksi bir karakterken filmde neredeyse günü kurtaran kişi olarak gözler önünde. Hatta Katniss ve Peeta’yı kurtaran oyunların galibi aynı mıntıkadan iki kişi olabilir fikrini Seneca’ya veren de kendisi imiş meğer. Özellikle ikinci kitapta Katniss’in Haymitch’e duyacağı kin ve nefret olayların gidişatını tamamen etkileyecekken iki karakter arasında görülen bu zıtlık filmin devamı ve gidişat için pek de hayırlı değil.
• Prim kitapta olmadığı kadar korkak ve silik bir karakter olarak işlenmiş oysa Prim tüm seride ilk filmdekinin yarısı kadar bile ağlamayan metanetli ve güçlü bir karakter.
• Filmde Katniss ve Peeta arasındaki ilişki yeterince derinlemesine işlenmemiş, kitapta aralarındaki bağ; özellikle trende ve oyunların sonuna doğru mağarada geçen diyaloglar oldukça detaylı idi ve karakterleri anlamamız açısından oldukça da önemliler. Yine zaman sorunu deyip geçelim ama Peeta’nın gereken etkiyi izleyiciler üzerinde bırakmasına engel teşkil ettiği yadsınamaz bir gerçek.
• Hikayede yine önemli bir yeri olan Avoxlar’ı filmde otel odasına giriş sahnesinde 2 saniyeliğine görebiliyoruz, özellikle Lavinia yok oysa ki Katniss ve Peeta için çok önemli biri, bir ihtimal ikinci filmde görebiliriz.
• Daha önce söylediğim gibi Seneca Crane’i ve özellikle oyun kurucuların çalışma mekanı olan odayı kitapta hemen hemen hiç görmemiştik; filmde görmek oldukça heyecanlı idi. Bu arada kostümlere değinmeden geçemeyeceğim, fevkin de fevkiydi; Capitol ve diğer görseller de oldukça iyiydi.  



Bunlar dışında bazı ufak tefek farklılıklar (Katniss’in kariyer haraçlarının yiyeceklerini havaya uçurması sırasında bir kulağını kaybetmesi, ölen haraçların cesetlerinin hava araçlarıyla alınması, Rue öldükten sonra mıntıkasının Katniss’e yarımay şeklinde ekmek göndermesi, oyunun kuralı değiştiğinde Katniss’in Peeta’nın adını haykırması, Katniss ve Peeta’nın mağaradaki asıl yakınlaşmaları; sağanak yağmur, Peeta’yı iyileştiren ilacın şırıngada olması, mağarada ve nehir kenarında geçirilen zamanın uzunluğu, Cato’nun zor ölümü vb.) da mevcut fakat asıl üç büyük fark var ki yine hikayede çok önemli faktörler. Bunlardan ilki finaldeki savaşın verildiği Muttalar; kitapta ölen haraçların mutant halleri idi. Aralarında Rue’nin de olduğunu düşünürsek Cornucopia’da bütün gece süren kanlı savaşı filmde neredeyse hiç görememiş olmamız bana göre büyük kayıptır. Buna bağlı olan ikinci büyük fark ise Peeta’nın zaten tam anlamıyla iyileşmemiş olan bacağının Muttalar tarafından parçalanması, Katniss’in yaptığı turnike sonucunda ise bacağını kaybetmesi ve yerine protez takılması. Filmde Peeta çok şükür sapasağlam ama bunun atlanmış önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Ve en önemli farka geldik; kitapta Katniss ve Peeta arasındaki yakınlaşmaya ve büyük aşkın başlangıcına tanık olan bizler maalesef filmde bunun çeyreğini bile göremiyoruz. Senaryonun Gary Ross, Billy Ray ve Suzanne Collins tarafından yazıldığını ve Suzanne Collins’in tüm değişikliklere onay verdiğini düşünürsek “vardır bir bildikleri” demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.

Yine de tüm farklara rağmen bence olabildiğince güzel bir uyarlama yapılmış. Seriyi bitirmiş biri olarak sonuçtan memnunum, tabii ki daha iyisi olabilirdi ama ben daha iyisini devam filmlerinde göreceğimize inanıyorum. Özellikle 3. Filmde kurgu değişmezse Peeta uğruna gözyaşı bile dökebilirim gibi geliyor bana, filmi o derece başarılı buldum.

Kıssadan hisse; seriyi okuyanlar kesinlikle izlemeli, izleyenler kesinlikle seriyi okumalı. Oscar’lık olmayabilir ama tam izlemelik, gidilesi ve sevilesi bir film The Hunger Games.

Açlık Oyunları kutlu olsun ve şans her daim sizinle olsun!


B.Kumbay / 25.03.12

26 Şubat 2012 Pazar

Açlık Oyunları Serisi - The Hunger Games


Gerek film gerek kitap olsun serilere bayılırım, tabii özellikle bilimkurgu-fantastik türüne. Açlık Oyunları serisi arka kapağında Stephen King’in yorumunu görmemle almamın bir olduğu bir seri olsa da okumak için yaklaşık 1 yıl beklememin en büyük nedeni Twilight serisi sonrası geçirmiş olduğum cinnet olsa gerek. Büyük bir sabırla okuyup bitirdiğim Twilight’dan sonra seri okumadan iki kere daha düşünme kararı almış olsam da, yakın arkadaşlarım ve kardeşimin baskısıyla Açlık Oyunları’nı denemeye karar verdim ve gayet yerinde bir karar olduğunu büyük bir sevinçle belirtmek isterim. 3 kitabı yoğun olmama rağmen iki hafta gibi bir sürede bitirdim ve serinin ilk filminin gösterime girmesini dört gözle beklemeye koyuldum.

Açlık Oyunları (The Hunger Games) 3 kitaptan oluşuyor. İlk kitap Açlık Oyunları, ikincisi Ateşi Yakalamak ve üçüncüsü Alaycı Kuş. Serinin yazarı Suzanne Collins; anlatım dili ne kadar basitse hayal gücü ve betimlemelerin o kadar zengin olduğu bir tarzı var. Genelde ortaokul seviyesinde çocuklar için yazan Collins bana göre Stephenie Meyer’den yüz kat daha iyi bir yazar. Karakterler üzerinde çok rahat oynaması, gereksiz diyaloglardan kaçınması ve gelecekte geçen bir geçmiş hikayesinde görülebilecek en güzel atmosferleri yaratması bunun nedenlerinden yalnızca bir kaçı. Kitapları hiç sıkılmadan ve kafanızı fazla yormadan su içer gibi rahatlıkla okuyabiliyorsunuz ama hikaye derinlemesine işlenmiş, detaylı betimlemelerle süslenmiş. Şiddet, cinayet, aşk ve insani duygular bir bütün olarak iç içe geçmiş, abartı yok ve konu sizi sıkmadan içine alıveriyor; kendinizi Capitol’de, 12. Mıntıka’da ve arenalarda buluveriyorsunuz.

Serinin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; Dünya ilerlemiş ve büyük bir savaş sonrası mıntıkalara bölünmüştür. Mevcut 13 mıntıka Panem denilen ülkenin başkenti Capitol tarafından idare edilmekte iken başkaldıran 13. Mıntıka ordu tarafından haritadan silinir. Geriye kalan 12 mıntıka ise özgürlüğün ne denli tehlikeli olduğunu hatırlamaları için her yıl yapılacak Açlık Oyunları’na bir kız bir erkek olmak üzere 12-18 yaşları arasında çocuklar göndermekle cezalandırılır. Açlık Oyunları Capitol tarafından gaddar oyun kurucular ve gelişmiş bilgisayarlar ile idare edilen arenalarda yapılmakta; katılan 24 çocuktan sadece biri sağ kalıp şampiyon olmaktadır. 12. Mıntıka’da annesi ve kardeşi Prim ile zorluklar içinde yaşam mücadelesi veren Katniss Everdeen, babasının bir maden kazasında ölmesi sonrasında ailesinin karnını avcılık yaparak doyurmaya çalışan 16 yaşında bir genç kızdır. Günlerini arkadaşı Gale ile birlikte avlanarak ormanda geçiren Katniss Açlık Oyunları için çekiliş zamanı geldiğinde kurada kardeşi Prim’in adının çıkması ile yıkılır ve Prim’in yerine gönüllü olur. Katniss’in Açlık Oyunları’ndaki ortağı fırıncının oğlu, Katniss’in okul arkadaşı Peeta Mellark olur. Akıl hocası olarak yanlarında 12. Mıntıka’nın tek şampiyonu alkolik ve aksi Haymitch olduğu halde Açlık Oyunları için Capitol’e giden ikili ümitsizce hazırlanmaya başlar. Oyunlar öncesi yapılacak ve tüm Panem tarafından izlenecek olan gösteri ve mülakat için hazırlanan Katniss ve Peeta genç stilist Cinna’nın sayesinde tüm dikkatleri üzerine çekerler. Mülakat sırasında Peeta’nın Katniss’e olan aşkını itiraf etmesiyle işler çığırından çıkacak, arenadaki kanlı savaş aşk uğruna yapılacak bir mücadele ile gölgelenecektir. Bu durumdan hoşlanmayan Panem’i yöneten Başkan Snow Peeta ve Katniss’in hayatını cehenneme çevirmeye kararlıdır.


Katniss (Jennifer Lawrence) ve Peeta (Josh Hutcherson) Açlık Oyunları'na hazırlanırken.

Seriyi okumak ve izlemek isteyenler için fazla ayrıntıya girmemeye çalışsam da genel olarak Açlık Oyunları’nın konusu bu şekilde. İlk kitapta ilk Açlık Oyunları, Peeta ve Katniss’in yakınlaşması; ikinci kitapta ikinci Açlık Oyunları, Katniss, Peeta ve Gale arasındaki aşk üçgeni ve üçüncü kitapta karakterler nihayet özgürlük için yaptıkları mücadele ile karşımıza çıkıyor. Seri genç okurlar için yazan bir yazarın kaleminden çıkmış olsa da, Katniss, Peeta ve Gale arasındaki ilişki yetişkinlere hitap ediyor diyebiliriz. Baş kahraman her ne kadar Katniss olsa da, Peeta’nın masum görünen fakat oldukça zeki ve gerektiğinde herkesi kandırabilecek kadar iyi yalan söyleyen karakteri; Katniss ile arasındaki aşk ve sonrasında nefrete dayanan ilişkisi, Gale ve Peeta arasında gelip giden ama aslında sadece kendini düşünen Katniss’in güçlü görünen ama temelde oldukça zayıf görünen yapısı hikayedeki hemen hemen her karakteri yeri geldiğinde baş kahraman olarak görmemize neden oluyor. Benzerlerinin aksine fazla karakter barındırmayan konu bilimsel öğelerle süslenmiş kurgusuyla hayal gücünüzün kapılarını fazlasıyla aralıyor. Bu nedenlere dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Açlık Oyunları her bakımdan oldukça tatmin edici bir seri, gerilerek, zevkle ve heyecanla okuyor ve son kitap bittiğinde aklınızda soru işareti kalmaksızın seriyi kütüphanenizin en güzel yerlerinden birine yerleştiriyorsunuz.

Serinin en çarpıcı yanlarından biri olan finali hakkında bir şeyler söylemeden geçemeyeceğim; son kitapta her şey bitti mahvoldu derken işlerin düzelir gibi olması, sonra üst üste gelen felaketler ve yine sonrasında beklenmeyen bir son ile biten hikaye bana göre oldukça iyiydi; başka türlüsünü bekleyemez ve kabul edemezdim. Collins sağ gösterip hem sağ hem sol vuruyor ve gayet güzel yapıyor.

Açlık Oyunları’nı devam kitaplarını beklemeksizin bir defada okuyabilmiş ve ilk filmin gelmesinden yaklaşık 1 ay önce bitirmiş olmam nedeniyle kitap ve film arasında rahatlıkla karşılaştırma yapabileceğim için şanslıyım. Filmin oyuncuları her ne kadar beklediğim gibi değil ise de hangi kitabın uyarlaması beklediğimiz gibi oluyor diyor fakat nedense bu sefer içimde bir ümit ışığı ile filmi izlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum. Tavsiyem açlık Oyunları’nı bir çırpıda okuyup 23 Mart’ta sinema salonunda izlemenizdir, vaktiniz yoksa tam tersi de düşünülebilir fakat nihayetinde seriyi bir şekilde okuyun derim, pişman olmayacaksınız.

Not: Belirtmeden geçemeyeceğim; Açlık Oyunları’nın konusu bana başta Stephen King’in Azrail Koşuyor’unu anımsattı ama sadece ana fikir zira hikaye şimdiye kadar görmediğim oldukça özgün bir hikaye. Özellikle Twilight felaketinden sonra böyle bir seri çölde buz gibi limonata içmek gibiydi, tadı damağımda kaldı.

B.Kumbay / 26.02.12

6 Şubat 2012 Pazartesi

The Fourth Kind


Cennet gibi bir yer hayal edin, Alaska’nın el değmemiş doğasında dağların, ormanların ve okyanusun arasına saklanmış, anakara ile ulaşımı anca uçak ile sağlanabilen, nadiren suç işlenen sakin insanların yaşadığı bir kasaba. Sabahın bir köründe karanlık odanızda uyandığınızda camınızdaki bir baykuş tarafından gözetlendiğinizi fark ettiğiniz, bu durumun neredeyse kasaba sakinlerinin yarısının başına sürekli geldiği, 1960’ların başından beri FBI’ın 2000’den fazla ziyaret ettiği, nerede oldukları asla bulunamayan yüzlerce kaybolmuş sakini ile yazları serin ve sağanak yağmurlu cennetten bir köşe Nome Alaska. Tek sakinlerinin insanlar olmayabileceği gizli saklı bir yer.

Nome’da kocası, oğlu ve kızı ile sakin bir hayat yaşayan psikiyatrist Dr. Abigail Tyler’ın dünyası bir gece kocasının yatakta hemen yanında bıçaklanarak öldürülmesiyle yıkılır. Olaydan sonra küçük kızı görme yetisini yitirir ve oğlu kendisini suçlarken Dr. Tyler kendini hastalarına ve kocasının araştırmasına yoğunlaştırarak hayatının biraz olsun normale dönebilmesi için çabalarken hastalarının ortak uykusuzluk problemi dikkatini çekmeye başlar. Kasabadaki birçok insan gibi Dr. Abigail’in hastaları gecenin bir yarısı nedensiz uyanmakta ve camlarındaki beyaz bir baykuşun kendilerini izlediğini görmekte fakat başka hiçbir şey hatırlamamaktadır. Bu gizemi çözebilmek için Dr. Tyler hastalarından biri olan Tommy üzerinde hipnoz uygulamaya karar verir fakat sonuç yıkıcı olur; Tommy ne gördüğünü Dr. Tyler’a söylemez ve ailesini ve kendini öldürerek Nome tarihindeki en korkunç cinayet-intihar vakasını gerçekleştirir. Olay sonrası kasabanın şerifi August’un öfkesini ve dikkatini üzerine yönelttiği Abigail bu gizemi çözebilmek için meslektaşı ve yakın arkadaşı Dr. Abel Campos’dan yardım ister fakat araştırmaya devam ettikçe hayatı tam anlamıyla cehenneme dönecektir. 



The Fourth Kind her ne kadar tipik uzaylı filmlerinden biri gibi görünse de onu benzerlerinden ayıran önemli bir farka sahip; filmdeki kişiler, mekanlar ve olaylar gerçek. Yönetmen Olatunde Osunsanmi gerçek bir hikayeden yola çıkarak çektiği filmi gerçek video ve ses kayıtları ve hatta Dr. Abigail Tyler ile yaptığı röportajdan parçalar ile birleştirerek ortaya benzeri az görülen ürkütücü ve kanınızı dondurabilecek bir yapım ortaya çıkarmış. 01-09 Ekim 2000 tarihleri arasında geçen film boyunca hikayenin vurucu noktalarını açıklamak için Dr. Tyler ile karşılıklı konuşma kaydını, Dr. Tyler’ın hastalarını hipnotize ettiği sırada çektiği videoları, yine kendine ait ses kayıtlarını, videoları ve hatta polis kamerası görüntülerini kullanan Osunsanmi, elle tutulur gözle görülür kanıtlarla desteklediği bir bilimkurguyu önümüze sererken yer yer ekranın dörde bölündüğü ve gerçekle beyaz perde yansımasının bir arada olduğu sahneleri izleyebiliyorsunuz. Filmde karakterler üzerinde fazla durulmaması ve olaylara odaklanılması kendinizi hikayeye kaptırmanıza neden oluyor, zaten baş karakter yaptıklarını, yaşadıklarını ve hissettiklerini o kadar vurucu bir şekilde anlatıyor ki Dr. Tyler’ı canlandıran Milla Jovovich’in fazladan efor sergileyerek karakterin derinliklerini yansıtmasına gerek kalmıyor. Yine de Jovovich Dr. Tyler’ın hayatla başa çıkabilmek adına girdiği savaşta takındığı soğukkanlı fakat bir o kadar deliliğin sınırlarında gezen ruh halini gayet iyi canlandırmış, keza diğer oyuncular da görevlerini layıkıyla yerine getirmişler.

The Fourth Kind’ın başarılı diğer yönleri ise kurgusu, kendini fazla açıklamaya gerek duymayan konusu, vurucu müzikleri ve mekan kullanımı. Gereksiz diyalogların olmadığı filmde özellikle gerçek videoların kullanılışı ve gerçekle kurgunun kaynaştırılması çok başarılı o kadar ki birkaç yerde ciddi anlamda korkabilirsiniz. Sürpriz olmayan finali ile de gerçekliğini koruyan The Fourth Kind’ı izlerken belgesel tadında bir film izleyeceğiniz garanti. Peki filmde anlatılanlar gerçek mi? Bu sorunun cevabını vermek de size kalıyor.

Son olarak Dr. Abigail Tyler filme adını veren Dördüncü Tür’ün ne olduğunu filmin yönetmeni Olatunde Osunsanmi’ye şu şekilde açıklıyor;

Birinci tür etkileşim demek, UFO gördüğünüz anlamına gelir.
İkinci tür, bunun kanıtına rastladığınızda olur; tarlalarda oluşan daireler, radyasyon gibi.
Üçüncü tür, birebir temas demektir.
Ama dördüncü tür; dördüncüden daha korkunç bir şey olamaz.
Çünkü dördüncüsü, uzaylıların sizi kaçırmasıdır.



Not: Filmin sonunda uzaylıların varlığına inandım veya inanmadım şeklinde bir şey söyleyemeyeceğim. Milyarlarca galaksi ve sayısız gezegene sahip evrenimizde yalnız olduğumuzu zaten düşünmüyorum fakat başka bir türün gelip bizi kontrol altına aldığı, üzerimizde deneyler yaparak bize medeniyeti öğrettiği, piramitleri ve nedenini nasılını çözemediğimiz diğer gizemleri bağladığımız tanrılar oldukları olgusuna inanmak; zaten aramızda yaşayan hamuru bizden farklı varlıklara inanmaktan daha zor benim için. Filmi izledikten sonra kültürümüzün korku temelini oluşturan ateşin varlıklarını biraz olsun düşünürseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu arada belirtmekte fayda var ki filmdeki gerçek olarak sunulan materyalin yalan olduğuna dair iddialar var ya da başka şekilde söylemek gerekirse bu materyalin doğru olmadığına dair iddialar mevcut. FBI her zamanki gibi olayların filmdeki gibi olmadığını, uykusuzluk ve travmaların içki kullanımından, kayıp vakalarının ise soğuktan kaynaklandığını iddia ediyormuş. Ama biz biliyoruz ki “Gerçek orada bir yerde” ve orası neden Nome olmasın!


B.Kumbay / 05.02.12

23 Ocak 2012 Pazartesi

Zifiri Karanlık, Yıldızsız Gece

Her gecenin bir sabahı vardır, hatta o gece zifiri karanlık ve yıldızsız olsa bile.

Kısa hikâye yazmak zordur, karakterleri layıkıyla anlatabilmek, olayları geçiştirmeden detaylarıyla bir bütün halinde kelimelere dökebilmek, heyecanlı bir gelişme ve çarpıcı bir sonuç bölümü yazabilmek her yazarın altından kalkabileceği bir mücadele değildir ama o yazar Stephen King ise okuduğunuz her hikâye gözünüzün önünde canlanır; olayları film gibi izler, karakterleri yanınızda hisseder hatta mekânlarda buluverirsiniz kendinizi. King’in kısa hikâye kitaplarının her biri ayrı güzeldir, çoğu dizi ve film olarak uyarlanmış hatta Shawshank Redemption gibileri sinema dünyasında iz bırakmıştır çünkü her biri King’in evreninin bildiğimiz evren ile harmanlandığı, karakterlerin kâh bizden kâh bilmediğimiz dünyalardan geldiği eşsiz birer hazinedir.

Zifiri Karanlık Yıldızsız Gece (Full Dark, No Stars) Stephen King’in orjinali 2010 yılında yayınlanmış olan son hikâye kitabı. Kitabın içinde dört harika hikâye var; 1922, Koca Şöför, Adil Uzatma ve İyi Bir Evlilik. King; biri hariç karakterlerin sıradan olduğu, sıradan olayların yaşandığı, yazmaya ilk başladığı zamanların izlerini taşıyan, yer yer okuması zorlaşacak derecede sert ve Sadık Okuyucu’nun kendini kolayca kaptırabileceği dram yönüyle de dikkat çeken hikâyeler ile karşımızda. Hikâyeler gerçek olaylara dayanıyor ama tabii ki bizlere King tarzı ile yansıtılıyor; haliyle okurken ve okuduktan sonra beynimizin “okunanlar” kısmındaki en güzel mekânlardan birine yerleşiyor.

Üzerinde bol bol konuşulup tartışılacak bu dört güzel King hikâyesini ispiyon vermeden kısaca tanıtmak istiyorum sizlere çünkü Sadık Okuyucu iseniz ya çoktan okudunuz, ya kesinlikle okuyacaksınız; değilseniz zahmet edip bu yazıyı okumasanız da olur zaten. 




“1922”


 Nebraska’nın Hemingford Home kasabasında 14 yaşındaki oğlu Henry ve karısı Arlette ile sakin bir hayat sürmekte olan Wilfred Leland James kendi halinde bir çiftçidir. Huzurlu hayatı bir gün Arlette’e çiftliklerinin hemen yanındaki arazinin miras kalması ile kâbusa döner. Arlette arsayı domuz çiftliği yapmak isteyen büyük bir firmaya satmak ve şehre taşınmak istemektedir. Ne var ki Wilfred yıllardır emek verdiği çiftliğini bırakmak istemez ve oğlu Henry’yi içinden çıkılmaz gibi görünen bu durumdan kurtulmak için kendisiyle işbirliği yapmaya ikna eder.

1922 az da olsa doğaüstü içeriğe sahip oldukça heyecanlı ve çok iyi bir gerilim hikâyesi. Karakterler ve mekân o kadar iyi işlenmiş ki hikâye boyunca kendinizi etrafınız adam boyu yemyeşil mısır tarlaları olduğu halde inek ve akarsu sesleri ile çevrelenmiş, kâh yağmurun altında sırılsıklam, kâh karlara batmış bir halde Nebraska’daki küçük bir çiftlikte buluveriyorsunuz. Başkarakter olan Wilfred James’in başına hepimizin başına gelebilecek olaylar geliyor ama o küçük bir azınlığımızın vereceği şekilde karşılık veriyor. Yine de onu yargılamak ne derece doğru olur özellikle yaptığının bedelini fazlasıyla ödeyecekken. 1922 kitapta en sevdiğim ikinci hikâye, bazı bölümlerini okuması bir hayli zor olsa da Wilfred’ı kendime çok yakın hissettim ve hikâyenin sonunda onun için ciddi anlamda üzüldüm. Tipik King hikâyesi diyebileceğimiz bir yapısı olmasına karşın Maine dışında geçen 1922’de King okuyucusuna tanıdık gelecek birçok öğe mevcut, yine de kurgusu ve akıcılığıyla öne çıkan hikâyelerinden biri.


“Koca Şöför”

Tessa James ‘Söğüt Korusu’ isimli macera serisinin yazarı, kedisi Fritz ile yaşayan orta yaşlı kendi halinde biridir. Yazmayı bırakmış olan Tess imza günlerine giderek hayatını kazanmaktadır. Bir sonraki imza günü davetini evine 100 km kadar yakın küçük bir kasabada kütüphaneci olan Ramona Norville’den alır ve her zamanki gibi arabası ve Tomtom GPS’i ile yola koyulur. İşi bittiğinde eve Ramona’nın tavsiyesiyle kestirmeden gitmeye karar verir fakat kuş uçmaz kervan geçmez ıssız güzergâhında giderken lastiği patlar. Arabasını kenara çeken Tess tesadüfen oradan geçmekte olan dev cüsseli Al Strehlke’ye rastlar. Lastik konusunda yardım öneren Al, Tess’i öldüresiye döver, tecavüz eder ve çöp gibi pis bir kanala atar. Mucizevî bir şekilde hayatta kalan Tess kendine geldiğinde Koca Şöför’ün ilk kurbanı olmadığını fark eder, bu konuda bir şeyler yapmazsa sonuncu da olmayacaktır.

Yine herkesin başına gelebilecek tüyler ürpertici bir olay ve yine başkahramanımız azınlığın göstereceği tepkiyi vererek tecavüzcüsünün peşine düşüyor. Enteresan fakat King’in Koca Şöför’de taraf tuttuğunu düşünüyorum; sonsuz sonlara ve başkarakterlerin kötü kaderlerine alışık olan bizler için gri gökyüzünde görülen küçücük masmavilik gibi bir durum söz konusu olan. Tess başına gelen felaketlere rağmen dimdik ayağa kalkıp tek başına bir savaşa giriyor ve bu savaşta King de yanında olunca başarı haliyle kaçınılmaz. 





‘Adil Uzatma’

Güzeller güzeli Derry’de günün son ışıkları altında evine gitmekte olan Dave Streeter her zamanki güzergâhından geçerken yol kenarındaki bir seyyar satıcı dikkatini çeker. Adının George Elvid olduğunu söyleyen satıcının tezgâhı boştur ama Dave’e hayatının en önemli ürününü sunar; içini yiyip bitiren kanserden kurtuluş ve ailesiyle birlikte en az 15 yıllık adil bir uzatma. Dave karşı koyamayacağı bu teklifin bedelini maaşının yıllık %15’i ve hayatında en çok nefret ettiği insanın Elvid tarafından istenecek bir eşyası ile ödeyecektir; söz konusu insan liseden beri en iyi dostu olan, aşık olduğu kızı elinden alarak onunla evlenmiş, 30’lu yaşlarında onun sayesinde milyoner olmuş, güzel karısı ve zeki çocuklarıyla mutlu ve sağlıklı bir hayat sürmekte olan Tom Goodhugh’dur. Hayatın kendisine adil davranmadığını düşünen Dave, Elvid’in adil uzatma teklifini kabul eder ve yeni hayatının ilk gününe mutlu bir başlangıç yapar.

Adil Uzatma, Zifiri Karanlık Yıldızsız Gece’de en sevdiğim hikâye. Diğerlerinden daha kısa olmasına rağmen içeriğindeki doğaüstü öğeleri ve özellikle Kara Kule göndermesi ile bayıldığımı söyleyebilirim. Ölmekte olan ve şeytanla anlaşma yapan sıradan bir adam, dost göründüğü can düşmanının hayatını tek seferde silip atabiliyor, ailesi parçalanır, ölümler yaşar ve acı çekerken yanında durup durumuna sevinebiliyor. Yine bir zamanlar maaşlı çalışan olan ama kovulduktan sonra kendi işini kuran seyyar satıcı Elvid – diğer adıyla Devil – adil uzatmaların ne kadar popüler bir ürün olduğunu anlatırken, hikâyenin içinde ünlü isimlerin başlarına gelen olayları da görüyoruz demek Elvid doğru söylüyor. Peki, suç satıcıda mı yoksa müşteride mi işte milyon dolarlık soru bu; şeytan tabii ki görevini yapıyor ama kulağımıza fısıldananları dinleyen, elimize verilen fırsatları değerlendiren bizzat bizler değil miyiz? Bu durumda kim daha kötü, kim daha şeytan? Hikâyenin kurgusundan karakterlerine her bir parçası o kadar güzel işlenmiş ki nasıl bittiğini anlamıyorsunuz bile. Hele sayfa 346’da bir diyalog var ki Sadık Okuyucu’ya neon ışıklarıyla yapılan bir hatırlatma sanki; her yol Kara Kule’ye çıkar bunu sakın unutma!


"Hayat çok güzel değil mi?"
"Hem de çok", dedi Streeter. "Uzun günler ve hoş geceler."
Goodhugh kaşlarını kaldırdı. "Onu nereden çıkardın?"
"Uydurdum işte," dedi Streeter. "Doğru ama, değil mi?"


Tabii ki doğru, şüphen dahi olmasın!


“İyi Bir Evlilik”

Darcy Anderson güzel bir evi, 27 yıllık mutlu bir evliliği, bir gün olsun ona sesini dahi yükseltmemiş kendi halinde muhasebeci bir kocası ve artık kendi hayatlarını yaşamakta olan iki yetişkin çocuğu olan mutlu bir ev kadınıdır. Bir akşam televizyon kumandasının pili bitince iş gezisindeki kocası Bob Anderson’ın sakladığı pillerden almak için garaja gidiyor ve 27 yıllık mutlu hayatı tam anlamıyla başına yıkılıyor. Gizli bir bölmede ahşap bir kutu içinde saklanmış cinayete kurban giden bir kadına ait kimlikler 16 yıl içinde 11 kişiyi hunharca öldürmüş seri katil Beadie’nin işi gibi görünüyor ama 27 yıllık kocası Bob’un Beadie olmasına imkan yok, yoksa var mı!

İyi Bir Evlilik, Stephen King’in Son Söz’de açıkladığı üzere BİÖ (bağlar, işkenceyle öldürür) katili Dennis Rader’ın hayatından esinlenerek yazdığı bir hikaye. Rader’ın 34 yıllık eşi Paula’nın onca yıl kocasının gerçek yüzünü görememesinden esinlenen King, peki Paula kocasının gerçek yüzünü polisten önce öğrense neler yapabilirdi diye düşünüp bu hikayeyi şekillendirmiş. Yine karakterlerin içimizden olması ve finali ile oldukça çarpıcı olan hikaye insanoğlunun neler yapabileceğinin ve karanlık tarafının tasviri açısından örnek olabilecek nitelikte. King’in evlilik hayatına dair bilgisi ve kendini yalandan ibaret olan hayatı başına yıkılan Darcy’nin yerine koyabilmesi de oldukça çarpıcı. Sonuçta hikâyeye kendinizi kaptırıyor ve ‘ben olsam ne yapardım’ sorusu ile karşı karşıya kalıyorsunuz.

Anlatmakla bitmeyecek hikâyelerden oluşan ‘Zifiri Karanlık Yıldızsız Gece’nin okunması gereken belki de en önemli kısmını atlamadan geçmek olmaz. Her zamanki gibi Steve King Son Söz’de Sadık Okuyucusu’nu karşısına alıyor ve tüm gerçekleri tek tek açıklayıveriyor. Biz Sadık Okuyucu’ya da son paragrafı okuduktan sonra gülümsemek, kitabı nazikçe kapatarak kütüphanemizdeki King kitaplarının arasına yerleştirmek kalıyor. Aralarından bir kaçı da benim yaptığım gibi Stephen King’e sevgilerini göndermiştir belki;

“Uzun Günler ve Hoş Geceler Steve King.”

B.Kumbay / 22.01.12

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...