7 Ağustos 2010 Cumartesi

Inception


Otel odasında yalnız başına oturan genç adam elindeki metal topacı çevirerek masanın üzerine bırakır ve silahını eline alarak şakağına doğru götürmeye başlar. Topaç dönmesini bitirip sarsılarak düştüğünde silahın emniyetini kapatarak masaya geri bırakır. Siz bu sahneyi heyecanla, gerilerek ama daha çok anlamayarak izlersiniz tabii bu filmi ilk izleyişinizse.

Evet, girişimden de belli olduğu gibi karşımızda anlaşılması, üzerinde konuşulması ve yorumlanması oldukça zor bir film var; Inception. Film izlerken resmen size; “aklını ve hayal gücünü tamamıyla bana aç bakalım beni yaşayabilecek misin” diye meydan okuyor. Maalesef bu ilk seferinde çok azımızın kazanabileceği zorlu bir savaş çünkü filmin senaristi ve yönetmeni Christopher Nolan bize “anlayamayacağımız bir olguyu anlatmaya çalışıyor”. Inception’ın özünü tam anlamı ile kavrayabilmek için üzerinde lisans yapmanız bile gerekebilir oysa sizin tamamen yabancı olduğunuz bir dünyada tam 148 dakikanız ve sınırlı hayal gücünüz var. Koltuğunuza gömülün, konsantre olun ve aman ha toteminizi yakınınızda tutun.

Inception’ın konusunu uzun uzadıya anlatmanın gereği yok; film rüyalar aracılığı ile insanların en gizli sırlarını, en karanlık yönlerini ele geçiren bir grup insan etrafında dönüyor. Dom Cobb, ekibi son işlerinde başarısız olunca aleyhine çalıştıkları adam tarafından karşı koyamayacağı bir teklif alıyor; kaçak olduğu için gidemediği ülkesinde göremediği çocuklarına kavuşmak. Bunun üzerine yeni bir ekip oluşturan Cobb’un görevi ölmek üzere olan tekelleşmiş bir imparatorluğun sahibi adamın oğluna babasının mirasını yıktırmak. Cobb bu kez fikir çalmayacak, yapılması oldukça zor olan bir şeyi deneyecek; fikir yerleştirmek. Bu zorlu görev için bir araya getirdiği ekip üyeleri Arthur, Eames, Yusuf, Ariadne ve işvereni Saito ile Robert Fischer’ın peşine düşen Cobb’un önündeki en büyük engel ise ölmüş karısı Mal. Cobb tüm bu tehlike ve engellere rağmen bir rüyadan diğerine, bir bilinçten ötekine atlayarak amacına ulaşma mücadelesi verecek.

Tam bu noktada belirtmeliyim ki Inception herhangi bir filmle karşılaştırılamaz. Film kendi başına orijinal ve oldukça zengin, senaryo ve kurgu inanılmaz. Neredeyse tümüyle yabancı olduğumuz bir konu oldukça yalın soru cevaplarla; karmaşık ve sade diyaloglarla bize anlatılmaya çalışılıyor. Nolan, uyku içinde uyku ve hatta onun içinde uyku olgusunu tekniğiyle birlikte karakterler aracılığı ile size filmi yaşarken anlatıveriyor; biz efektleri, aksiyonu, heyecanı yaşarken ana fikir beynimize yerleştiriliyor.

Inception’da oyuncu seçimi inanılmaz isabetli yapılmış; karmaşık bir karakter olarak karşımıza çıkan Don Cobb’u canlandıran Leonardo DiCaprio her zamanki gibi tartışmasız bir oyunculuk sergiliyor. Tom Hardy (Eames), Cillian Murphy (Robert Fischer), Joseph Gordon-Levitt (Arthur), Michael Caine (Miles), Tom Berenger (Peter), Dileep Rao (Yusuf), Ken Watanabe (Saito), Pete Postlethwaite (Maurice Fischer), Marion Cotillard (Mal Cobb) ve Ellen Page (Ariadne) ortalamanın üzerinde bir oyunculukla karşımızdalar. Filmin yegane bayan oyuncularını en sona yazdığım dikkatinizi çekmiştir; ikisinin oyunculuğu beni pek tatmin etmedi ama özellikle canlandırdıkları karakterlere baktığımda yine de iyi seçimler olduklarını söylemeliyim.


Inception’da üzerinde durulması gereken en önemli karakter olan Don Cobb zıtlıklarla dolu. Film boyunca çocuklarına kavuşmak için her şeyi göze alan, ölmüş karısının hayalini terk edememiş, vicdan azabı çeken bir lideri tüm zayıf noktaları ile izliyoruz. Cobb bu bakımdan güçlü bir kahraman karakteri sergilemiyor ve bu bizi ona daha da yaklaştırıyor. Cobb düşüyor, kalkıyor, ağlıyor, seviyor, vicdan azabı ile acı çekiyor, ekibine yapmamalarını söylediği şeyleri yapıyor, içine girdiği zorlu göreve onu sabote edebilecek tek insan olan ölmüş karısı Mal’ı kendi getiriyor. Bu açıdan baktığımızda filmin dram yönünü Cobb karakterinde yaşıyoruz. Yaptığı tek bir hata belki de her şeye mal olmuş olabilir. Kendi sanal – gerçek ayrımında bocalayan, ölmüş karısına aşık, çocuklarına kavuşmayı bekleyen bir baba gerçekleri rüyalarda gezerek değiştirmeye çalışıyor.

Inception’ın kurgusu inanılmaz, Nolan bir bilinçten diğerine yapılan yolculukları birbirine kopukluk olmaksızın bağlamış, öyle ki film su gibi akıp geçiyor. Anlamadığınız bölümleri bile düşünmüyorsunuz sadece kendinizi kaptırıp izliyorsunuz. Efektler tartışmasız, Hans Zimmer’ın muhteşem müziği eşliğinde müthiş sahneler izliyoruz. Mekanlar harika kullanılmış; Paris’in sokaklarında yürüyoruz, karşımıza sonsuz görüntüler gösteren aynalar, patlayan ve dağılan caddeler, şehrin ana caddesinde yük trenleri, tepe tepeye binen şehirler, sonsuz merdivenler, karlar içinde kaleler çıkıveriyor. Birinden diğerine fark etmeden yolculuk yapıyor, bilincinde gezindiğimiz karakterlerin bu muhteşem rüyaları yerle bir etmelerine şahit oluyoruz. Yağmurda, sıfır yer çekiminde, karlar içinde, suyun altında ve okyanusun içinde dolaşıyoruz. Tüm bunlar 148 dakika içinde biz olayları bilinçaltımızla algılarken olup bitiyor, film bizi çığ gibi vurup geçiyor.



Bazı filmler vardır ya, kavrayabilmek için tekrar tekrar izlediğimiz; Inception benim için onlardan biri değil. Bu yazıyı yazabilmek için ikinci kez sinemada izlediğim filmi en az 3 kez daha izlemem gerekiyor fakat yine de tam anlamı ile özümseyebileceğimi düşünmüyorum. Yazımın bu bölümünden itibaren okuyacaklarınız aklımda kalan sorulardan ve teorilerden oluşmakta. Bana katılmamanız olası çünkü Inception insan beyninin algısı ile şekillenen bir film; bir nevi kumsal. Siz kumsaldaki kumları aklınız ve hayal gücünüze göre şekillendireceksiniz. Kumlardan bir kale de yapabilirsiniz, koca bir şehir de inşa edebilirsiniz. Ya da kumsalı olduğu gibi bırakıp uzaklara doğru okyanusu da izleyebilirsiniz.

Filmin son sahnesi; masanın üstünde dönen metal topaç. Titreyerek kendine gelse de ekran o hala dönerken kararıyor ve akıllarda “düştü mü düşmedi mi” sorusu yankılanıyor. Basit mantıkla topaç düşerse Cobb’un uyanık olduğunu ve çocuklarına kavuştuğunu anlayacağız. Yok düşmezse maalesef hala uykuda hatta belki de Araf’ta. Peki böyle karmaşık ve zengin bir filmin mantığı bu kadar yalın olabilir mi? İlk izlediğimde kendimce “düştü” diye sonlandırdığım Inception, ikinci izleyişimde “düşse de düşmese de fark eder miydi” sorusuyla beynime kazınmış bir film oldu, öyle de kalacak gibi görünüyor.

Hikayede rüyalarda gezen insanların gerçeklikten emin olmalarını sağlayan “totem” leri oldukça önemli bir olgu. Herkesin kendi yarattığı, ona ait olan, kimseye elletmemeleri gerektiği özel objeleri var. İşte bu noktada aklımın oldukça karıştığı bir gerçek çünkü Cobb’un totemi aslında eski karısı Mal’a ait yani 2. el. Buna rağmen Cobb’un sürekli bel bağladığı metal topaç filmin son sahnesindeki dönen – titreyen – ve yine dönen hali ile akıllarımızdan çıkmayacak. Aklımdan çıkmayan başka bir sahne Dom’un kendi yarattığı dünyada yani Araf’ta aslındı rüyada olduklarına inandırmak için Mal’ın zihnindeki kasayı açması, duran metal topacı döndürmesi ve kasayı geri kapatması. Yani gerçekte rüyada iken duran topacı döndüren Dom karısının beynine “topaç dönüyorsa rüyadasın” fikrini yerleştirmiş oluyor. Peki bu fikri yaratan Dom onu gerçek mi kılıyor, topaç rüyada iken duruyor mu dönüyor mu? İşte bütün mesele topacın düşüp düşmemesi değil, topaç düşse de düşmese de sonucun fark edip etmeyeceği. Bu bakımdandır ki Inception benim için daire içindeki çözülmesi imkansız bir labirent, bu yüzden filmin sonuna takılmıyorum çünkü topaç düşse de düşmese de emin olamayacağım “rüya mıydı gerçek mi” sorusu beynimde yankılanmaya devam edecek.


Rüya – gerçek ayrımından emin olamayacak olmamın bir başka nedeni de Ariadne karakteridir. Takıma sonradan katılan genç ve yetenekli mimar öğrenci Ariadne, fikir çalma ve yerleştirme prosesine oldukça yabancı olmasına ve sürekli sorular sorup verilen cevaplar ile filmi anlamamıza katkıda bulunmasına rağmen hiç hata yapmaması, inanılmaz bir hızla uyum sağlaması, Cobb’un damarına basmasına rağmen karşılığında tepki almaması, Cobb’u kolaylıkla yönlendirmesi ve özellikle 3. Seviyede herkesin hayatını kurtaracak olan çözümü daha önceden biliyormuşçasına ortaya atması ile beni büyük bir soru işareti ile karşı karşıya bıraktı. Kafamda “acaba Cobb’un bilinçaltının bir yansıması mı” sorusu neon ışıkları eşliğinde yanıp sönmekte. Ben Nolan’ın Ariadne karakterini bilerek bu şekilde soru işaretleri oluşturmak için yarattığına inanıyorum, aynen kasa içinde gördüğümüz metal topaç gibi. Böylelikle sonu olmayan bir film değil, sonu olasılıklarla dolu olan sonsuz bir film karşımıza çıkarıyor ve bu yüzdendir ki Inception benim gözümde hiçbir filmle karşılaştırılamıyor.

Inception’ın bayıldığım bir yanı da başlarda anlaşılması zor, uygulanması neredeyse imkansız olan fikir yerleştirme işlemini tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermesidir. Aralarında ne kadar soğukluk olsa da, bir çocuğu babasına karşı çevirmek ve tüm mirasını parçalaması için ikna etmek ancak bu şekilde anlatılabilir. Robert Fischer’ın duygularla arası iyi olmayan babasından ölüm döşeğinde duyduğu “hayal kırıklığı” kelimesinin Cobb ve ekibi tarafından “hayal kırıklığına uğradım ama ben olmaya çalıştığın için” e dönüştürülmesi, Fischer’ın kasayı açması, içinden çıkan rüzgar gülü ve Fischer’ın gözlerindeki yaşlar; ciddi anlamda etkileyici ve vurucu sahnelerdi. İzlerken gerçek anlamda tatmin oldum ve Nolan’ın dahi olduğundan emin oldum diyebilirim.

Yazıma başlarken de dediğim gibi; karşımızda anlaşılması, üzerinde konuşulması ve yorumlanması oldukça zor bir film var. Inception’ı izleyenlerin büyük çoğunluğu filmi anlamayacak, özünü kavrayamayacak. Bu durumda yapılacak iki şeyden birini seçecekler; filme ya bayılacaklar ya yerecekler. Filmi beğenmeyenlerin en büyük silahı “sonunun belli olmaması” olacak fakat benim gibi Stephen King severler onaylayacaktır ki Inception asla sonu olmadığı için yerilecek bir film değil. Biz ne olmayan sonlar okuduk, izledik; hiçbiri bu sonla karşılaştırılamaz. Filme karşı yapılan olumsuz eleştirilerin örneklerini görmeye çoktan başladık. 25 yılı aşkın bir süredir ciddi anlamda bir sinema izleyicisi ve amatör bir yorumcu olarak “Inception’ın kötü bir film” olduğu yönündeki yorumları kesinlikle ve kesinlikle kabul etmiyorum. Inception ile ilgili tek bir olumsuz nokta bulamıyorum, beklediğim kadar muhteşem bir film olmasa da şimdiye dek izlediğim en zengin, en yoğun, hayal gücünün kapılarını en çok aralayan filmdir Inception. Christopher Nolan 10 yıllık emeğinin karşılığında Oscar dahil her sinema ödülünü almalı ama gerçek dünyada yaşıyoruz, totemlerimiz elimizde. Nolan’a hak ettiği ödülleri Inception’ı tekrar tekrar izleyerek, üzerinde konuşarak ve sayfalar dolusu yorumlar yazarak verebiliriz ancak.

Sinema Dünyası’nda bir süredir gezinmekte olduğumuz bilimkurgu labirentinin 2. Seviyesinden Inception sayesinde 3. Seviyeye indik. Christopher Nolan’a bu yüzden müteşekkiriz ve filmin devamını değil ama bizi 4. Seviyeye indirecek yeni yapımlarını bekliyoruz. Teşekkürler Nolan; bu fani dünya’dan beni alıp çok uzaklara götürdüğün ve inanılmaz şeyler gösterdiğin için.

Not: Aşağıdaki grafikte Inception’daki kurgu inanılmaz bir şekilde anlatılmış. Aşık olunacak bu grafik size olayları ve zaman döngüsünü anlamanızda yardımcı olacaktır.


Burcu Kumbay / 07.08.2010




Hiç yorum yok:

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...