16 Ağustos 2015 Pazar

Kafes

Bir sabah kalksanız ve camdan dışarı baktığınız an çıldırarak sevdiklerinizi ve kendinizi öldüreceğinizi bilseniz ne yaparsınız?

Malorie ve kızkardeşi Shannon yiyecek depolayıp tüm camları battaniyelerle örtüp eve kapanmakta buluyorlar çareyi. Ailelerine ve arkadaşlarına ulaşamıyorlar, üstelik Malorie hamile. Bu vahşetin nedeni bilinmiyor; uzaylılar mı, başka boyuttan gelen yaratıklar mı, kablosuz teknolojinin bir yan etkisi mi, radyasyon mu, bir tür virüs mü kimsenin cevabı verme ihtimali yok çünkü cevabı bulan anlatacak kadar yaşayamıyor. Televizyon ve radyoda sürekli vahşet haberleri, birbirlerini vahşice parçalayan ve inanılmaz şekillerde intihar eden insanların hikayeleri dönüyor. Henüz elektrik kesilmemiş ama gözleri bağlı olmaksızın dışarı çıkamazlar, markete veya hastaneye gidemezler, çalan kapıya cevap veremezler, hastalanmaları veya zehirlenmeleri sonları olabilir. Üstelik bir gün üst kattan bir gümbürtü geliyor ve içeri gün ışığı doluveriyor…

Kafes gerilim türünde bir kıyamet senaryosu hikayesi ve yazarı Josh Malerman’ın ilk romanı. Kitabı okumak istememdeki asıl neden şu günlerde bu derece popüler olması değil, konusunun bana çocukluğumda izlediğim bir korku filmini çağrıştırmasıdır. 1963 yapımı The Day of the Triffids’de bir meteor yağmuru sonrası olayı izleyen tüm insanların kör kalması ve meteorla gezegene inen uzaylı etobur bitkilere yem olmaları konu edilir. Görememek zaten en büyük kabus değil mi, hele de dışarıda bilmediğiniz bir şeyler dolanıyor ve insanlık sizi öldürmek için vahşice kapı eşiğinizde bekliyorsa; size yardımcı olacak kimseniz yoksa ve hatta evcil hayvanınız bile size büyük tehdit oluşturabilecekse? İşte bu nedenle kitabı okumaya karar verdim ve iş yoğunluğuma rağmen üç günde bitirdim.

Kafes asla abartıldığı kadar değil öncelikle bunu belirtmek isterim. Kitabın arka kapağında gördüğüm “Stephen King hayranları bayılacak” sözünü üstüme alınmıştım ve buna da cevabım; bayılmadım ama hiç de fena değil olacak. Kitabın artı ve eksi yönleri var ve bütüne baktığımda birbirlerini dengeliyorlar diyebilirim. 

Öncelikle karakterler; Malorie sıradan bir karakter fakat sonraları anlıyoruz ki çocuklarıyla inanılmaz bir iş başarmış. Bu karakterin üzerinde biraz daha durulması ve biraz daha güçlendirilmesi gerekti diye düşünüyorum. Aslında hikayede karakterler üzerinde çok durulmamış çünkü konunun karanlık yönü ön planda; insanlar bir nevi piyon gibi önümüze seriliyor, şah mat olacağını biliyoruz ve zamanının gelmesini bekliyoruz yine de özellikle Tom ve Gary’nin karakterlerinin biraz daha detaylandırılmasını isterdim. Konusuna gelirsek; kesinlikle orijinal değil fakat körlüğü, karanlığı ve bilinmeyen dehşeti güzelce harmanlayıp o derin gerilimi yansıtmayı başarmış. Hikaye girişten sonuca kadar klostrofobik yapısını koruyor ve gelişme kısmında bazı olaylar içinize işliyor bu nedenle hikayenin akıcılık, gerilim ve heyecan seviyesi nerdeyse hiç düşmüyor ve kendini sıkmadan okutuyor. Hikayenin yazım dilinin sade ve basit olması olumlu yanlarından; kapkara bir dehşetle uğraşırken yoğun ve ağdalı bir dil ve bitmek bilmeyen cümleler ihtiyacımız olan son şeyler. Kitapta bazı bölümlerin gereğinden fazla uzatılması, bazı bölümlerin ise gereğinden kısa tutulması hoşlanmadığım yönlerinden biri oldu. Örneğin Malorie’nin doğum sahnesi bir ömür kadar sürerken alt katta olanları hiçbir zaman bilemeyeceğimiz gerçeği sırtımızda ulaşamayacağımız bir noktadaki sivrisinek ısırığı gibi kalıyor. Ve hikayenin finali; kesinlikle beklediğim vurucu son değil, aslında böyle gerilim düzeyi en üstlerde gezen bir kitaba hiç yakışmamış diye düşünmekteyim. Hikaye sürpriz bir sonu kaldırabilecek yapıda ama böylesi de bir çok okuru sevindirecektir.

Kafes’in film hakları satın alındı, filmi muhtemelen önümüzdeki yıl beyazperdede izleyeceğiz. Senarist Andrés Muschietti aynı zamanda şimdiye dek izlediğim en korkunç filmlerden biri olan Mama’nın senaristi ve yönetmeni. Andrés Muschietti It remake’i de yönetecek bu yönüyle Kafes’in Stephen King ile bir bağlantısı da olacak.

Kıssadan hisse; korku-gerilim seviyorsanız Kafes okurken zevk alacağınız kitaplardan biri fakat beklentilerinizi yüksek tutmamanızı tavsiye ederim. Filmi gösterime girmeden okumaya özen gösteriniz.

Not: Kitabı üç günde bitirdiğimi söylemiştim, Kafes bu üç günün üç gecesi sürekli kabusum oldu. Kendimi hep malum evde buldum ve her rüyanın sonunda gözlerimi açtım. Filmi nasıl çekecekler bilmiyorum ama kitapta göremediğimiz şeyleri filmde de göremezsek çıngar çıkarırım.

B.Kumbay / 16.08.2015

7 Ağustos 2015 Cuma

Yolun Sonundaki Okyanus



Elimde “Yolun Sonundaki Okyanus”, karşımda güneşin üzerinde battığı ve sularını kızıla boyadığı bir deniz, kumsaldayım. Karşımdaki deniz nasıl bir deniz gibi grünüyorsa gözüme, elimdeki kitap da bir kitap gibi görünüyor ama hepimizin zaman zaman farkına varmış olduğu gibi görünüş aldatıcıdır. Karşımdaki bir kova su, elimdeki bir evren olabilir, içine girdiğimde nasıl hissettiğime ve algıladığıma bağlı olarak değişir.

Yolun Sonundaki Okyanus çocukluk ve hayalgücünün sonsuzluğu üzerine bir kitap, 180 sayfalık inceliği sizi aldatmasın çünkü o 180 sayfaya dünyalar ve evrenler sığıyor. 7 yaşında bir çocuğun sıradan hayatını okuyarak başladığımız macera 40 yıl sonra göl kenarındaki bir bankta sonlanana dek evrenin yaradılışı ve görmediğimiz bilmediğimiz dünyalar saf bir çocuğun gözünden önümüze seriliyor. Baş kahramanımız ve ailesi isimsiz, esas oğlan yedi yaşında zeki ve sessiz bir kitap kurdu. Arkadaş edinmekte yeteneği olmadığından günlerini sessiz sakin evlerinde kitap okuyarak ve kız kardeşiyle kavga ederek geçiriyor. Derken bir sabah kabus görerek uyandığında boğazındakli madeni para ile boğulmakta olduğunu farkediyor ve sonradan bu olay üzerine en iyi ve gerçek arkadaşı olacak Lettie Hemstock ile tanışmasının hemen ardından hayatı cehenneme dönüyor.

Kitapta kahramanımızın başına gelenler, Lettie Hemstock ve ailesinin diğer fertleri büyükanne ve anne Ginnie ile ilişkisi, Hemstock Çiftliği’ne gidişi, gölü ilk görüşü, ailesi ve kızkardeşi ile ilişkileri, minicik siyah kedileri Tüylü ve Okyanus, Ursula Monkton’a karşı verdiği ölümcül mücade, göle ilk girişi, temizlikçiler ile karşılaşması ve göle son gelişini okumuyorsunuz; yaşıyorsunuz. Kitabın ilk sayfasından itibaren çevremle tüm ilişim kesildi, yazlık evimizde en sevdiğim gök gürültülü sağanak yaz yağmuru yağarken ben çıkan gökkuşağını bile farketmeden okudum da okudum. Yeri geldi korktum, yeri geldi dehşete düştüm ve sonunda gözyaşlarım istemsizce aktı. Gördüğümüz evrenin aslında bir kaşık kadar olduğunu, görmediğimiz ve anlamadığımız varlıkların yanında önemsiz olduğumuzu, gerçek arkadaşlık ve fedakarlığın her şeyden önemli olduğunu bir kez daha anladım. Karşımda duran denizin bir bardak su veya dünyalar kadar büyük bir okyanus olabileceğini ama aslında ben nasıl görürsem öyle olacağını anladım. Aslında hepimizin çocuk olduğunu, ne kadar büyüsek de içimizdeki çocuğun oralarda bir yerde; karanlıkta veya aydınlıkta bıkmaksızın beklediğini bir kez daha anladım.

Yolun Sonundaki Okyanus okuduğum ilk Gaiman kitabı ama kendisiyle tanışmam Yıldız Tozu vasıtasıyla olmuştur.  Hayalgücü bu derece zengin olan böylesine muhteşem bir yazarı geç tanımam benim açımdan büyük ayıp ve kayıptır. Neil Gaiman okumaya “Yolun Sonundaki Okyanus” ile başlamam ise çok büyük bir şanstır diye düşünüyorum.

İçinizdeki çocuğu ve göremediğiniz mucizeleri keşfetmek istiyorsanız sakın benim kadar beklemeyin.

Bkumbay / 07.08.2015

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...