22 Şubat 2015 Pazar

Cthulhu'nun Çağrısı


Sonsuza dek yatabilen ölü değildir,
Ve tuhaf uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir…

Cthulhu’nun Çağrısı, Howard Phillips Lovecraft’ın okuduğum ilk kitabı ve bana “bu zamana kadar aklım nerelerdeydi” dedirtmeyi başardı, eh geç olsun da güç olmasın diyelim.

Öncelikle belirtmeyim ki H.P. Lovecraft’ın yaşam öyküsü neredeyse yazdığı hikayeler kadar ilginç. Annesinin kız çocuğu gibi büyüttüğü, 3-4 yaşlarında okumaya, 6-7 yaşlarında yazmaya başlayan, annesi ve babası 23 yıl arayla aynı akıl hastanesinde ölen, yüz bine yakın mektup, onlarca makale, deneme ve şiir yazan, birçok büyük yazara ilham veren, yoksulluk içinde yaşayan ve öldüğünde ardında 51 öykü bırakan edebiyat tarihinin en iyi korku yazarlarından biri. Kendine has zengin anlatım tarzıyla seriler çıkarılabilecek, destanlar yazılabilecek konuları kısacık hikayelere sığdırabilen bir dahi. Yapıtlarının hemen hemen tümünün filmlere, dizilere, oyunlara konu olmasına şaşmamalı.

Cthulhu’nun Çağrısı sekiz hikayeden oluşuyor, bunlar;

Randolph Carter’ın İfadesi (The Statement of Randolph Carter)
Yabancı (The Outsider)
Erich Zann’ın Müziği (The Music of Erich Zann)
Herbert West: Diriltici (Herbert West: Reanimator)
Duvarlardaki Fareler (The Rats in the Walls)
Pickman’ın Modeli (Pickman’s Model)
Cthulhu’nun Çağrısı (The Call of Cthulhu)
Innsmouth Üzerindeki Gölge (The Shadow Over Innsmouth)

Hikayelerden uzun uzadıya bahsetmeyeceğim yalnız tümünün ortak bir yanı var o da korku öğesinin kadim dünyaya ait çoğunlukla bilmediğimiz, tanımadığımız, gördüğümüzde bizi çıldırtacak türden varlıklar olması. Bu varlıklar kimi zaman kadim bir Mısır mumyası, kimi zaman yeniden dirilen karanlık ruhlar, kimi zaman insanlığın var oluşundan önce dünya üzerinde yaşamakta olan gulyabaniler, kurtadamlar, vampirler ve aklımızın almadığı yaratıklar.

‘Cthulhu’nun Çağrısı’ oldukça zengin bir dille yazılmış, betimlemeler yer yer uzun ve karmaşık cümlelerle ifade ediliyor öyle ki bazı kısımları aklınız başka yerdeyse, yoldaysanız, müzik dinliyorsanız tekrar tekrar okumak zorunda kalabilirsiniz. Lovecraft hikayelerinde karakter tahlili yapmıyor, gereksiz ayrıntılar yok, zorlama diyaloglar yok, çevresel ve coğrafi betimlemelere fazla girmiyor, direkt konuya dalıyor ve sizi de hikayenin derinliklerine çekiveriyor. Bu arada annesinin mi yoksa kısa evliliğinin mi etkisindendir bilinmez hikayelerde neredeyse hiç kadın karakter yok; olanlar da ya kötü, ya silik, hikayelere dahil olamayan tipler. Tüm bu kriterler birleşince eski zamanlarda geçen ve sanki büyükbabanızın size anlattığı anıları gibi sisli, mistik, gerçekçi ve gece rüyalarınıza girebilecek kadar karanlık öyküler çıkmış ortaya. Tümü de birbirinden güzel, birbirinden çarpıcı.


Lovecraft’ın tüm hikayelerini okumadım (buna kesinlikle niyetliyim) ama ‘Cthulhu’nun Çağrısı’ndaki hikayelerden birkaçında ortak bağlantılar var ki bu durum bir King okurunun her okuduğu yazarda aradığı bir özelliktir. Karakterler genelde karanlık ve kadim kötülüklere isteyerek veya istemeyerek bulaşan kişiler, kaçtıkları karabasan tarafından yakalanan, kazdıkları kuyulara düşen insanlar. Bazıları kan bağıyla doğuştan lanetlenmiş, görünüşte avlar fakat aslında doğuştan avcılar. ‘Cthulhu’nun Çağrısı’ hikayesi diğer hikayelerden farklı, ‘Innsmouth Üzerindeki Gölge’ ile tamamen bağlantılı, bir nevi başlangıç hikayesi. Cthulhu zaten başlı başına bir olay, Lovecraft okumadığım halde o kadar çok görmüş, duymuş ve izlemişim ki kadim Cthulhu’nun anlatıldığı satırları okurken sanki çok eskiden bildiğim ama gömdüğüm bir kabusu hatırlar gibi oldum. Cthulhu korku edebiyatının ana karakterlerinden biri, hakkında ciltler dolusu yazılabilecek bir cevher. Lovecraft’ın üretken bir yazar olmaması çok büyük bir kayıp.

Cthulhu’nun Çağrısı’nda beni en çok etkileyen hikaye ‘Duvarlardaki Fareler’ oldu. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri ve muhteşem aktarılmış, okurken ciddi anlamda gerildim. Kitaptaki her hikaye güzel aslında, yürüyen ölülerden bıktığımdan olsa gerek ‘Herbert West: Diriltici’ biraz yavan geldi ama zamanına göre hayli etkileyici bir hikaye olduğu yadsınamaz.

Cthulhu’nun Çağrısı 232 sayfa, okuduğum baskı İthaki Yayınları’ndan çıkan 2015 baskısı, Dost Körpe çevirisi. Çeviri gerçekten başarılı ve Dost Körpe’nin Önsözü mutlaka okunması gereken başarılı önsözlerden.

Kıssadan Hisse; Cthulhu’nun Çağrısı korku severlerin kesinlikle okuması gereken eserlerden biri. Yıllar boyunca tekrar tekrar okunacak bir mücevher. Lovecraft’ı bana bıkmadan usanmadan tavsiye eden arkadaşlarımı dinlemekte geciktiğim için çok pişmanım ama geç oldu, güç olmadı ve çok da güzel oldu.

Bkumbay / 22.02.2015

1 Şubat 2015 Pazar

I, Origins



Gözler kalbin aynasıdır demiş atalarımız. Bu söz evrenseldir aslına bakarsanız, orijinali “eyes are the windows of the soul”dur, Türkçe meali “Gözler ruhun aynasıdır”. Peki ya gözler bundan çok daha fazlasıysa?

I, Origins günümüzde geçen, sıradan karakterlerin sıradan bir dünyada yaşadığı, sıradan sorunlarla boğuştuğu bir senaryo üzerine kurulu gibi görünse de kökleri oldukça derinlere giden bir çınar misali yerlere göklere sığamayan bir bilimkurgu-dram filmi. Senaryonun sağlam bir yapısı var ve işin ilginç yanı bunu filmin neredeyse ikinci yarısına kadar farkedemiyorsunuz, aşk filmi mi izlemeye geldim ben demeniz işten değil.

Filmi izlemeyi düşünenler, şu andan itibaren bu sayfayı terk etmenizi tavsiye edeceğim çünkü ispiyon vermeyeyim diye kendimi kasıp düşüncelerimi eksik yansıtmak istemiyorum.

Filmi izlemeyi düşünenlere son bir not: fragmanı izlemeyin. İspiyon derecesi bu denli yüksek başka fragman zor bulunur.





I, Origins gözler ile başlıyor, gözleri anlatan hayatını onları incelemeye adamış olan Dr. Ian Gray (Michael Pitt). Ian evrim teorisinin kanun haline gelmesinin önündeki en büyük engel olan gözün gelişimi konusunda çalışıyor. Gittiği her yerde insanların gözlerinin fotoğraflarını çeken Ian bir Cadılar Bayramı gecesi gizemli bir kızla tanışıyor. Kızın gözlerinin fotoğrafını çeken Ian o gece kızın kim olduğunu öğrenemiyor ama bir yanı hep o gözlere saplantılı kalacak.

Bir gün marketten alışveriş yapan Ian 11,11 dolar öder, saatler 11:11’i göstermektedir, köprüden geçen metro güneş ışıklarını Ian’ın önünde duran binanın cephesie II II II II şeklinde yansıtmaktadır ki Ian’ın önünde bir otobüs durur. Otobüse binen Ian bilmediği bir yerde iner ve karşısında saplandığı gözleri billboard üzerindeyken bulur.

Hikayenin burdan sonraki kısmı bildik aslında; Ian gözlerin sahibini buluyor, ismi Sofie (Astrid Bergès-Frisbey) olan gözlerin sahibi çocuksu, çılgın ve saf bir kız. Aşık oluyorlar, evlenmeye karar veriyorlar.


Ian ve Sofi evlendirme dairesine giderek hemen evlenmek istediklerini söylerler, yasaya göre başvuru sonrası 24 saat beklemeleri gerekmektedir. Eve dönüş yolunda Ian’ın laboratuar partneri Karen (Brit Marling – Another Earth) arar ve yıllardır üzerinde çalıştıkları çözümü bulduğunu söyler. Ian ve Sofi laboratuara giderler, Ian ufak bir kaza geçirir, geç saatte eve giderler, asansör bozulur ve…

Karşımızda 7 yıl sonrası, Ian ve Karen evlenmişler bebek bekliyorlar. Ian Karen’ın yardımıyla çalışmasını tamamlamış, kitabını çıkarmış. Derken oğulları doğuyor. Yeni doğan bebeğin göz taraması yapılıyor ve veri bankasında yetişkin bir zenci ile eşleşiyor. Yazılımsal bir problem olduğu söyleniyor ve üzerinden zaman geçiyor, bebek büyüyor. Bir gün bebeğin doğduğu hastanede çalışan bir doktor arayarak bebeğin tahlillerinde otizm belirtilerine rastladıklarını, acilen hastaneye gelmeleri gerektiğini söylüyor. Gidiyorlar, bebeğe yan yana iki aynı temalı ama farklı resim gösteriliyor. Farklı iki bina, farklı cins köpekler, farklı iki kadın ve bebek ağlamaya başlıyor, ailesi de testi yarıda keserek hastaneyi terk ediyor. Ian bebeğin gözlerinin eşleştiği adamı araştırmak için şehir dışına çıkıyor. Adamın 10 ay önce öldüğü ve bebeğe gösterilen resimlerin adamın evine, ailesine ve köpeğine ait olduğu ortaya çıkıyor. Ruhani yanı olmayan Ian kafası karışmış vaziyette evinin yolunu tutuyor.

İşin peşini bırakmayan Ian ve Karen’ın araştırması arkadaşları Kenny (Steven Yeun)’nin de yardımıyla global bir göz tarama programı ile çıkmaz sokağa girer. Günlük hayatta güvenlik adına yapılan her tarama veri bankasında saklanarak özel bir kuruluşa satılmaktadır. Ian ve Karen ailelerinin ölmüş bireylerini sistemde sorgular, sonuçlar olumsuzdur. Derken Karen Sofi’nin gözlerinin sorgulanması fikrini ortaya atar, göz taraması sisteme girilir ve Hindistan’da 7 yaşındaki Salomina’nın gözleri ile eşleşme olur.



Ian Hindistan’a gidiyor, Salomina’yı arıyor arıyor. Her yolu deniyor hatta billboarda reklam bile veriyor ama Salomina öksüz ve yetim, yerini bilen yok. Tam ümidini kaybetmişken karşılaşıyorlar. Ian Salomina’ya oğluna yapılan testin benzerini yapıyor; Sofi’nin eşyalarını, sevdiklerini hatta fotoğrafını gösteriyor. Sonuç vasatın altında, %44 eşleşme ile test başarısızlıkla sonuçlanıyor. Ian geçmişini tanmamen ardında bırakarak eşi ve çocuğunun yanına dönüyor.

Film biter, yazılar akar ve eğer o son saniyeleri beklemeden kalktıysanız ekranın karşısından çok şey kaybettiniz.
Bebek Gray’e test yapan doktoru hatırlarsınız, ekranda işte o doktor belirir ve taramanın yapılması için doğru zamanın gelmiş olduğunu söyler.

Ekrandan sistemde taranan gözler ve gözlerin sahipleri akmaya başlar; Einstein, JF Kennedy, Nikola Tesla, Elvis Presley, Saddam Hüseyin… Sonuçlara bakarsınız, kiminin gözü eşleştirilmiştir, kimi sistemde bulunamamıştır. Gözünüz sizin için önemli olan insanların sonuçlarına takılır kalır, mesela Adolf Hitler. Tarama sonuçları akmaya devam ederken ekran kararır.



Biraz daha zorlasam senaryoyu tamamen yazacaktım heralde, ne oldu bilmiyorum ama kendimi durduramadım.

Filmin senaristi ve yönetmeni Mike Cahill, kendisini Another Earth’den hatırlarsınız, hatırlamadıysanız sizin kaybınız.

I, Origins’deki oyunculuk gayet dengeli, ne eksiği ne fazlası var. Michael Pitt beğendiğim oyunculardandır, her rolün adamı olan iyi oyunculardan. Brit Marling ile iyi bir ikili olmuşlar. Astrid Bergès-Frisbey ise biraz zorlama olmasına rağmen karakterinin oyunculuğunu sergiliyor.

Müzikler Will Bates ve Phill Mossman’ın, filme gayet yakışan yumuşak ve duygusal bir soundtrack. The DØ ve Dust It Off filme çok yakışmış, gayet dengeli ve hoş bir albüm olmuş.

Efektler…yok, efektsiz bir bilimkurgu, sadece senaryo ile sizi düşüncelerin derin okyanusuna daldıran bir bilimkurgu.

Gözler kalbin aynasıdır demiş atalarımız. Bu söz evrenseldir aslına bakarsanız, orijinali “eyes are the windows of the soul”dur, Türkçe meali “Gözler ruhun aynasıdır”. Peki ya gözler bundan çok daha fazlasıysa?

B.Kumbay/31.01.2015



Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...