17 Haziran 2012 Pazar

The Flowers of War


Bazen gerçek, duymaya ihtiyacımız olan son şeydir.

Tokyo'daki Japon Genelkurmayı 1 Aralık 1937’de Çin Cumhuriyeti'nin başkenti Nanjing'in ele geçirilmesi emrini Çin Merkez komutanlığına gönderir. İşgalin ortalarında Nanjing resmen teslim olur buna rağmen Nanjing Katliamı veya bilinen diğer adıyla Nanking Tecavüzü 6 hafta sürer, Japonlar 300.000 Çinli’yi inanılmaz işkencelerle katleder; 20.000-80.000 kadına tecavüz edilir, bebekler öldürülür, kılıçla en fazla kaç kişi öldürürüz yarışmaları düzenlenir, katledilmiş insanlarla hatıra fotoğrafları çektirilir. Çin’le yetinmeyen Japonların Pearl Harbour’a saldırması sonrası Amerika’nın gönderdiği atom bombalarıyla sona erer bu kanlı savaş; kanı kan durdurur.

The Flowers of War, Nanjing Katliamı’nın hikayesini bir avuç Çinli askere komuta eden ve ölümüne savaşan bir Binbaşı, Amerikalı bir cenaze levazımatçısı, manastırda yaşayan 12 yaşında kız öğrenciler ve onları korumaya çalışan rahibin oğlu ile savaştan kaçmak için manastıra sığınan hayat kadınlarının gözünden anlatıyor bizlere. Anlatmıyor yaşatıyor, içimize işletiyor, bir kurşun misali vurup geçiyor insanlığımızın tam orta yerinden. 


Hikaye birkaç karakter etrafında geçiyor; bu karakterler birbirine o kadar uzaklar ki ama sonrasında bir o kadar da yakınlaşıyorlar. Hikayenin başlangıcını manastırlarının güvenli ortamına ulaşabilmek için savaşın orta yerinde peşlerinde Japon askerleri olduğu halde kaçan kız öğrenciler yapıyor. Arkalarında arkadaşlarının ölü bedenlerini bırakarak yaptıkları bu kanlı yolculuk yerini Binbaşı Li ve geride kalmış bir avuç Çinli askerin onları kurtarmak uğruna girdikleri hayatlarının son savaşına bırakıyor. Bu sırada manastıra ölen rahibin defin işlemleri için gelen Amerikalı John Miller’ın tek derdi para, yatacak rahat bir yer ve içki olsa da; kızların kendisine ihtiyacı olduğunu anlıyor Miller, ona o kadar ihtiyaçları var ki onsuz hayatta kalamayacaklar. Rahip üniformasını giyen Miller ve masum çocukların hikayesi manastıra Nanjing’in en ünlü hayat kadınlarının gelmesiyle birden değişiyor. Birbirini ve onu sevmeyen iki taraf arasında kalan Miller kurtulmaya çalıştığı bu savaşta aslında kurtarmak için var olduğunu anlıyor; acı bir olayın sonunda çok acı bir şekilde. 

İzlediğimizde içimize işleyen, hayatın acı gerçeklerini gösterdiği için insanoğluna lanetler okuduğumuz filmler vardır ya hani, The Flowers of War o filmlerden biri işte. Film birebir uyarlama olmasa da hikayenin içinde geçtiği kurgu, şehir, ülke, dünya bize ait; tarih kitabımızın belki de en kanlı, en vahşi sayfasında yer alıyor. Yüzünüz hep asık izliyorsunuz filmi, zaman zaman gözleriniz doluyor, zaman zaman gözleriniz kapanıyor gerçekleri görmemek için ama gözlerinizi kapatmak gerçekleri değiştirmiyor, değiştirmeyecek de.

Filmin yönetmeni, senaryosu, oyuncuları, müzikleri, kurgusu, atmosferi için tek bir şey söylememe bile gerek yok, bundan daha iyisinin olabileceğini düşünmüyorum. Özellikle Christian Bale’in asıl Oscar alması gereken performansı kesinlikle John Miller karakteridir. Yönetmen Yimou Zhang harika bir film çıkarmış ortaya, savaş sahneleri ve ufak detaylar inanılmaz. Hikaye öyle bir kurgulanmış ki, gözümüzle açık seçik görmediğimiz vahşetin orada olduğunu açık seçik biliyoruz. Katliam ve tecavüz ile bezenmiş bir savaşı insanlığımızı koruyan perdeler ardından izliyoruz ve bu kurgu filmin etkisini kat ve kat artırıyor. 


The Flowers of War’daki karakterler de inanılmaz, birbirine yabancı tüm o insanların nasıl birbirine bağlandığı; insanın insanla olan psikolojik savaşının var olan savaştan da ağır olması o kadar güzel yansıtılmış ki. Hayata karşı kaya kadar sertleşmiş ve geçimlerini bedenlerini satarak kazanan güzel kadınların milletlerini savunan çaresiz askerlere karşı davranışları; amacı para bulmak olan yabancı bir adamın hiç tanımadığı birkaç çocuk için hayatından vazgeçmesi; başlarda birbirine düşman olan aynı ülkenin insanlarının sonunda yaptıkları fedakarlıklar; ne kadar yazmaya çalışsam da anlatılmaz izlemek ve olabildiğince yaşamak gerek.

The Flowers of War tarihin pek bilmediğimiz karanlık bir çağını olabildiğince yalın bir şekilde anlatan; benzerleri gibi insanoğlunun karanlık ve dehşetle dolu ruhunun aynı insanoğlunun yaşamak ve yaşatmak için her türlü fedakarlığı yapan beyaz ve aydınlık ruhu ile çatışmasını gözler önüne seren çok başarılı bir tarihi drama. 146 dakikalık uzun süresine rağmen tek bir sahnede dahi sıkılmadığım, içim ürpererek ve göğsümde bir ağırlıkla izlediğim, beni derinden etkileyen filmlerden biri. Tarihte atom bombası ile katliama uğramış, barışçıl ve sevgi dolu bir ulus olarak tanıdığım Japonların özünde sadece “insanoğlu” olduğunu fark etmemi sağlayan bir film. Din uğruna, toprak uğruna, altın uğruna, aşk uğruna hatta hiçbir nedene ihtiyaç duymaksızın hemcinsini, kardeşini, kadını, bebeği, doğmamış çocuğu inanılmaz işkencelerle katleden insanoğluna bir kez daha lanet ettiğim film. Yine aynı hamurdan olma insanoğlunun masumu kurtarmak uğruna kendi canını feda etmesini bana gözlerimi yaşartarak gösteren film. 


Kan kırmızısı tarihinizi görebilmek, savaşın dehşetini kavrayabilmek ve hepimizin içindeki o derin karanlığı gün yüzüne çıkmamacasına daha derinlere gömebilmek için izlenmesi gereken bir film The Flowers of War. Size insan olduğunuzu hatırlatan bir film, insan olmak isteyip istemediğinizi sorgulatan bir film.

İşte bu yüzden izleyin.


Bu resmi yazıma koyup koymama konusunda oldukça çekimser kaldım ama hepimizin insan, hepimizin kardeş olduğu teorisini destekleyenler için koymaya karar verdim. Aşağıda göreceğiniz resim oldukça rahatsız edici; belki de bir insanın görmek isteyeceği son sahneyi gösteriyor bu yüzden resme bakıp bakmama kararı tamamen size kalmış. Nanjing Katliamı sırasında bizzat Japonlar tarafından hatıra amaçlı çekilmiş bu resim tamamen gerçek. 


Ve bazen gerçek, duymaya ve görmeye ihtiyacımız olan son şeydir.

Nanjing Katliam Müzesi Çin’in Nanjing-Datusha kentinde bulunmaktadır. Kurbanların isimleri, resimleri, kemikleri ve hikayeleri bu müzede sergilenmektedir.

B.Kumbay / 17.06.12

10 Haziran 2012 Pazar

Snow White and the Huntsman

Pamuk Prenses bu aralar moda, son dönemde severek izlediğimiz Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini anlatan dizi Once Upon A Time’ın dışında yine Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini (!) anlatan Julia Roberts’ın kötü kraliçe (!) olduğu Mİrror Mirror ve yine Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini (!) anlatan Snow White and the Huntsman vizyonu işgal etmiş vaziyette. Hollywood’un masal uyarlamalarını seviyorum, epik-fantastik havasında geçenlere ayrıca bayılıyorum ve bunun en güzel örneği The Brothers Grimm (2005)’dir. Küçüklüğümüzde dinlediğimiz masalların gerçek yüzlerinin ne kadar korkunç olabileceğini anlatan harika bir filmdir fakat aynı şeyi maalesef Snow White and the Huntsman için söyleyemeyeceğim. 

Hikayeyi bilmeyen yoktur haliyle fakat gerçekte bildiğimiz gibi değilmiş ya kısaca bahsetmeden olmaz;

Pamuk Prenses doğar (ismi Kar Beyaz’dır ama nedense biz Pamuk Prenses olarak tanır ve biliriz), annesi ölür, babası tarafından cennet gibi ve barış içindeki krallıklarında büyütülür. Babası kötü kraliçeye aşık olur, kötü kraliçe düğün gecesi kralı öldürür ve krallığı ele geçirir. Kuledeki zindana hapsedilen Pamuk Prenses krallığın içine düştüğü felaket durumu görmeden büyümektedir. Bu sırada düzenli olarak “ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı bu dünyada” diye sorarak sihirli çanağıyla (!) konuştuğunu sanan şizofren, narsist, psikopat ve dengesiz kraliçe bir gün “Pamuk Prenses” cevabını alınca iyice delirir. Köle olarak kullandığı kardeşine Pamuk Prensesi huzuruna getirmesini emreder fakat Pamuk firar eder, ormana kaçar, ormanda güçleri işe yaramayan kraliçe Pamuk’un peşine ayyaş avcıyı salar. Buraya kadar biliyorsunuz zaten eh bundan sonrası da birkaç ayrıntı dışında bildiğiniz şekilde ilerliyor.

Filmin başrollerinde Kristen Stewart (maalesef Snow White), Chris Hemsworth (çok şükür ki Avcı), Charlize Theron (Kraliçe Ravenna), Sam Claflin (çakma prens William), Ian McShane (cüce Beith), Bob Hoskins (cüce Muir), Nick Frost (cüce Nion) gibi isimler var. Yönetmen ilk yönetmenlik denemesi olan ve devam filmini de yönetecek olan Rupert Sanders. Müzikler – ki filmin tek güzel tarafı - James Newton Howard’a ait.  


Evet neticeye hızlıca yaklaşmak istiyorum; öncelikle Snow White and the Huntsman sinemada izlenecek bir film değil. “Bilmediğiniz hikayesi, gerçek hikayesi” diye önümüze sunulan Pamuk Prenses’in hikayesinde Pamuk Prenses Kristen Stewart sayesinde kir içinde, ağzı bir karış açık dolaşan, film boyunca toplasanız 15 cümleyi anca kurmuş, ruhsuz hissiz surat bir karış bön bön bakan saçma bir karakter olmuş. Zaman zaman “aa Bella filmleri şaşırmış” dedirtecek cinsten bir oyunculuk sergiliyor Stewart daha doğrusu oyunculuk sergileyemiyor. Bu durumda bana da “Eh her zamanki hali, kabahat onun başrolde olduğu filme gidende” diyip geçmek düşüyor. Avcı’yı canlandıran Chris Hemsworth, cüceler ve bir miktar da William rolündeki Sam Claflin filmi götürmeye çalışanlar. Onlar konuşuyor, onlar ölüyor, onlar mücadele ediyor, Pamuk ise ağzı açık dişler ortada öylece bakıyor. Gelelim kötü kraliçeye; Charlize Theron güzel bir kraliçe olmuş ne var ki durup dururken ağlamaları, gereksiz yere bağırmaları, o şizofren bakışları, kesilmiş sütte banyo yapmaları filan cidden izlerken insana baygınlık getiriyor. Ayna da bildiğimiz ayna değil zaten, kalkan bozması altın metal parçası film boyunca iki kez konuşuyor, başka da bir şey yapmıyor. Filmde ağırlıklı olmasını beklediğim efektler de hayal kırıklığı; her yerde karga var evet, bir ara bir Trol, bir Geyik, iki peri, birkaç kuş, bir tosbağa ve bir at da görebiliyoruz. Bir de Belgrad Ormanı’ndan bozma bir orman var; iki mantar, üç beş salkım söğüt ve bir dere ile işi çözdüklerini sanmışlar ama olmamış (bkz. Pandora, devamı gelecek olan bir filme azıcık daha CGI yapsaydınız, son sahnede o ağaç tümüyle çiçek kaplı olsaydı mesela ölmezdiniz). Filmdeki savaş sahneleri de olmamış; Game Of Thrones’un Blackwater’ı bile tek başına tüm savaş sahnelerini ezer geçer. Filmin göze hitap eden (Chris Hemsworth dışındaki) tek şeyi kostümler; özellikle Kraliçe’nin bok böceği kabuğundan yapılmış siyah kostümü bir harika. Teknoloji bu kadar ilerlemişken gren screen yerine oturup yüzlerce bok böceği kabuğundan el ile işlenmiş kostüm kullanılan başka bir film daha bilmiyorum doğrusu.

Belirtmeden geçemeyeceğim ki maalesef Türkçe dublajlı izlediğim filmin dublajı da bir felaketti. Karakter sesleri fena değil fakat koskoca kraliçe “gidiyo, yapıyo, ediyo” diye konuşursa avcı ne yapsın, cüceler ne yapsın; film boyunca cep telefonları ile oynayan ilkokul seviyesindeki IQ’su 50 düzeyinde olan gençler ne yapsın. Hiç yakıştıramadım. 


Bu kısmı filmi izlemek istiyorsanız okumayabilirsiniz ama okursanız da çok şey kaybetmezsiniz zira birazdan yazacaklarımı filmi izlerken tahmin etmemeniz pek de olası değil.

Snow White and the Huntsman hani Pamuk Prenses’in bilmediğimiz gerçek hikayesini anlatıyor ya; elmayı Pamuk’a çocukluk aşkı olan William veriyor, daha sonra öpen de o ama tahmin ettiğimiz üzere Pamuk Avcı’nın öpücüyle canlanıyor oysa ki Pamuk elmayı yemeden önce William’ı güzelce öpmüştü yani ona karşı da boş değil. Hadi tüm bunlara tamam ama Pamuk finalde Avcı’yı görünce sadece tavşan dişlerini gösteriyor; ne bir teşekkür, ne yanağa bir öpücük, ne bir gülümseme (gerçi Stewart belki de gülüyor ama biz ruhsuz oluğumuz için fark edemiyoruz) öylece bakıyor Avcı’ya Edward’a bakarmış gibi. Bunun yanında final izlediğim en saçma finallerden biriydi; Pamuk’un tacı takılır, çok yaşa kraliçem naraları eşliğinde Pamuk beş dakika boyunca put gibi ayakta dikilir ve yazılar akmaya başlar. Yahu insan iki kelime laf eder, her şey eskisi gibi olacak, krallığımız barış ve bolluk içinde sonsuza kadar ayakta duracak filan; nasıl bir senaryodur bu, gerçekçi diyorsunuz da gerçekte böyle mi oluyormuş çok enteresan.

Yani; Snow White and the Huntsman özellikle sinemaya gidip izlenecek bir film değil. Masalları seviyorsanız oturun evinizde izleyin ama sıkılma ihtimaliniz yüksek. İllaki Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini izlemek istiyorsanız Mirror Mirror ile görselliğin ön planda olduğu eğlenceli bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Yok ben gerçekten Pamuk Prenses’in gerçek hikayesini izlemek istiyorum diyorsanız “Once Upon A Time”ı izleyin ve bir masal nasıl günümüze uyarlanırmış görün derim.

Bu arada filmin Martı Kitabevi’nden çıkmış bir de kitabı var; kapakta filmin posterini görünce senaryo uyarlaması sandım fakat son sayfayı okuyunca şatım kaldım. Kitabın sonunda Pamuk Avcı’ya haydi yoluna diyor ve William’ın gözlerinin içine bakarak “artık yalnız değilim” diye düşünüyor. Belki de Stewart o beş dakika boyunca aynen bunları yapmıştır da ben anlayamadım hem de en önden izlediğim halde. 


Ah kraliçem, bebeğe Snow White ismini hangi kafayla koydun, hadi sen koydun Türkçe’ye Pamuk Prenses diye çeviren insanoğlu hangi maddenin etkisindeydi merak içerisindeyim.

Not: Filmin özetinde Pamuk Prenses Avcı’dan savaş sanatı konusunda eğitim alıyor denmekte. Avcı’nın göstermiş olduğu toplamda bir adet olan hareketi arkadaşım Volkan üzerinde denedim; gerçekten işe yarıyor yalnız ilk seferde kalbi tutturmak zor olabilir zira ben göğüs boşluğunu tutturdum.

B.Kumbay / 10.06.12

3 Haziran 2012 Pazar

Prometheus


Henüz 3-4 yaşlarındaymışım; korku filmi görünce tv’nin başına yerleşirmişim ve kimse beni yerimden oynatamazmış. Bir gece dev örümceklerin dünyayı istila ettiği bir filmi izlerken annem dayanamamış, sigortaları attırmış da öyle yatırabilmiş beni. İşte böyle korku filmleri ve Stephen King hikayeleri ile büyüdüğümden karanlık dahil hiçbir şeyden kolay kolay korkmam. Hele bir filmden korkmak lükstür benim için; arayıp da bulamadığım bir nimettir. Buna rağmen hayatımda korktuğum birkaç film vardır ki Alien serisi de bunların en birincisidir. İlk filmi izlerken yaşımın da etkisiyle (Alien ile aynı yaştayız) ellerim yüzümde parmaklarımın arasından izlemeye çalıştığım ama her seferinde yarım yamalak izleyebildiğim bir filmdir kendisi. Arkadaşlarım da hemfikirdirler; benim jenerasyonum bir Alien’dan korkar bir Ziyaretçiler’den bir de Clementine’den.

Hayatıma bu kadar etki etmiş bir filmin prequel’inin çekileceğini duyduğumdan beri deli gibi beklediğim Prometheus’a iki eski iki yeni Alien’cı gittik; korkmak gibi bir beklentimiz yoktu –başlangıçlar yavaş ve doyurucu olur genelde- ama merak içerisindeydik. Salondan çıktığımızda hepimiz filmi beğenmiştik fakat çok da tatmin olduğumuzu söyleyemeyeceğim, özellikle eski Alien’cılar olarak “ilk filmde düşen gemiye mi girmişlerdi yoksa gemi uzayda mıydı” tartışmasının yanında tabii ki akıllarda yaratıcıların kim olduğu soruları dolanıp durmaktaydı. Yine de yıllarca izlediğimiz bir serinin başlangıcını izlemenin hazzıyla mutlu mesut bir şekilde evlerimize dağıldık.

Proetheus’dan detaylı şekilde bahsedeceğim fakat daha öncesinde diğer Alien filmleri hakkında bilgi vermeden olmaz; her şey yeni Alien’cılar için. 


- 1979 yapımı Alien’ın yönetmeni yine Prometheus’un yönetmeni olan Ridley Scott, başkahraman efsane Ripley Sigourney Weaver tarafından canlandırılıyor.
- 1986 yapımı Aliens’ın başkahramanı ve oyuncusu değişmezken yönetmen koltuğunda James Cameron var.
- 1992 yapımı üçüncü film Alien³ bu kez David Fincher tarafından yönetiliyor, Ripley’de değişiklik yok.
- 1997 yapımı dördüncü ve serinin en zayıf halkası olan Alien Resurrection Jean-Pierre Jeunet yönetmenliği ile karşımızda; başrolde yine Ripley ve Weaver var tabii kendisine ne derece Ripley diyebilirsek.



Dörtlemenin başlangıç filmi olan Prometheus’un yönetmen koltuğunda ilk filmin de yönetmeni olan Ridley Scott var. Scott uzun bir aradan sonra babası olduğu projeye yeniden dönerek bilimkurgunun güzel örneklerinden birine imzasını atmış oluyor. Filmin başrollerinde Michael Fassbender, Noomi Rapace, Guy Pearce, Charlize Theron, Logan Marshall-Green ve Patrick Wilson gibi iyi isimler var. Prometheus’un konusu insanın yaradılış gerçeğini arayan iki bilim adamı ve ölümü alt etmek için uğraş veren büyük bir şirket sahibi arasında geçen ve uzayda 2 yılı aşkın bir süre sonunda nihayete eren bilimsel yolculuk üzerine kurulu. Elizabeth Shaw ve meslektaş sevgilisi David zengin ve ölmekte olan iş adamı Peter Weyland’i birçok kazıda karşılaştıkları yıldız haritasının insanoğlunu yaratan Mühendisler’in evi olduğu konusunda ikna ederler. Bunun üzerine bu uzak gezegene bir bilimsel keşif gezisi düzenlenir; amaç Mühendisler’le temasa geçebilmek ve insanın yaradılışına açıklık getirebilmektir. Gezi boyunca insanlardan sorumlu olan android David tarih boyunca bilinen tüm antik dilleri öğrenmekte ve kendini bu büyük buluşmaya hazırlamaktadır. Nihayet varış noktasında uyandıklarında gezegene inmek ve yaradılış hikayesinin başlangıcını öğrenmek için ilk adımı attıklarında aslında insanlığın yok oluşunu tetikleyebileceklerinin farkında değillerdir.

Prometheus yönetmenlik, oyunculuk, kurgu ve efekt yönünden çok kuvvetli bir film olmasına rağmen senaryonun tatmin edici olduğunu söyleyemeyeceğim zira finalde ortaya çıkan her şeyi başta tahmin ettim; senaryonun bu denli zayıf olmasında tüm suçunu Lost’un senaristi Damon Lindelof’a yükleyerek devam ediyorum. 



Prometheus Alien hikayesinin başlangıcı ve seriden ayrı bir film olmasına rağmen Alien ruhunu yakalayabilmiş bir film. Ayrıntılar konusunda oldukça titiz çalışan Scott oyunculardan büyük destek almış bu inkar edilemez. Android David rolündeki Michael Fassbender ile Elizabeth Shaw karakterini canlandıran Noomi Rapace filmin ağır topları. Fassbender içten pazarlıklı android’i harika şekilde yansıtırken Alien serisi geleneklerine göre filmin başkahramanı Ripley’in anısına en az onun kadar güçlü ve kararlı bir kadın olan bilim insanı Shaw rolünde Noomi Rapace oldukça inandırıcı bir oyunculuk sergiliyor. Seride görmeye alıştığımız üzere teker teker katlolan diğer oyuncular da gayet iyi, efektler zaten mükemmel, Marc Streitenfeld’in karanlık müzikleri de atmosfere oldukça uyumlu bu durumda senaryonun zayıflığını görmezden gelip filmden zevk alabiliyoruz. Bazı sahneler alabildiğince heyecanlı, örneğin sezeryan sahnesinde kendini kaybetmeyen yoktur sanırım. Ayrıca uzun zamandır sinemada bir filme kendini bu derece kaptıran bir seyirci topluluğu görmediğimi de itiraf etmeliyim öyle ki çok uygunsuz bir yerde kesilen ilk yarıya sesli tepkimizi gösterecek kadar heyecanlandık, tek yürek olduk. Film boyunca işlenen yaradılış – evrim teorilerinin çarpışması da hikayeye ayrı bir canlılık katıyor. Mühendisler’in keşfinden sonra iki meslektaş-sevgili arasında geçen ”-hala o boynuna taktığına inanıyor musun? – Peki bizi Yaradanları kim yarattı o zaman? Diyaloğu var ki, tek ve gerçek olan bu sorunun cevabını belki de asla bulamayacağımızın kanlı canlı örneği; insanın içi bir hoş oluyor.

Ne var ki, bana göre 3D felaketine kurban giden filmlerden biri oluyor Prometheus, zaten neredeyse tamamı karanlık bir atmosferde geçen film o saçma gözlükleri takınca daha da kararıyor; David’in uzay gemisindeki hologramlı sahneleri gibi birkaç sahne haricinde 3D fark edilmiyor bile. Bu durumda simsiyah bir ekrandaki önemli ayrıntıları seçmeye çalışırken baş ağrısıyla cebelleşmek durumunda kalan bendeniz 3D’nin yaratıcılarından çok her filme uygulayıcılarına rahmet okuyarak geçiriyorum zamanımı ve de filmin içine girmek varken bu durum çekilir dert değil, tam bir işkence.

Filmin adını aldığı Prometheus’un kim olduğu da önemli bence, kısaca bahsetmek gerekirse;

Prometheus Titanların isyanı sırasında tarafsızlığını korumuş ve başkaldırmamış bir Titan oğlu olarak Zeus'un gözüne girmeyi başarmıştı. Zeus onu Olympos'daki ölümsüzlerin arasına aldı. Oysa o Zeus ve arkadaşlarına karşı kin besliyordu. Dedelerinin öcünü almak için, kendi gözyaşıyla yoğurduğu balçıktan ilk insanı yarattı. Sonra onun acizliğine acıyarak, Hephahistos (Ateş Tanrısı) ’un alevler saçan ocağından bir kıvılcım çaldı ve insanlara armağan etti. Bunun için Tanrı Zeus tarafından Kafkas Dağında zincire vuruldu, Tanrılarca görevlendirilen bir kartal sürekli olarak, her gece yeniden oluşan karaciğerini kemirmekteydi. Onu Kafkas dağının tepesindeki bu işkenceden Zeus'un oğlu yarı tanrı, ölümlü Herakles kurtardı. Prometheus; "Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur" der, böylelikle insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur.

Ridley Scott film hakkında: 'Bu bir yaratılış hikayesi. Tanrılar ve karşısına dikilen adamlarla ilgili' diyerek Prometheus efsanesi ile filmin arasındaki bağlantıyı açıklamış oluyor. 



Prometheus’un özüne baktığımızda hem seri hem de yaradılış felsefesi ile ilgili derin anlamlar içerdiğini görüyoruz bu bakımdan Alien serisini izlememiş olsanız dahi Prometheus sonrası oturup bir çırpıda izlemenizi tavsiye ediyorum. Tek bir soru üzerine kurulu olan hikayede cevap da gizli bana göre. İhanetleri ile ünlü androidler’in ilk örneklerinden biri olan David’in film boyunca aldığı emirler doğrultusunda yansıttığı insani kötülük, henüz bildiğimiz Xenomorphlar’a evrilmemiş zavallı ahtapotumsu bebek yaratıklara bin basıyor. Aslında işte tam bu noktada uğruna milyonlarca kilometre seyahat edilmiş olan sorunun cevabını da almış oluyoruz;

Mühendisler insanoğlunu yok etmek istedi çünkü insanoğlunun en kötüden de kötü olabileceğini farketmişlerdi.

B.Kumbay / 03.06.2012




Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...