31 Mart 2012 Cumartesi

Wrath Of The Titans


Clash Of The Titans nedendir bilinmez (!) takıntım olan filmlerdendir. Hani şu sinemada en az iki kez gittiğim, hiç bıkmadan ayda bir kez izleyebildiğim, ele güne karşı sonuna kadar savunduğum filmlerden. Ayrıca kim ne derse desin izlemesi oldukça keyifli, fantastik türün iyi örneklerinden biridir. Bu nedenledir ki devamının çekileceği haberini aldığım 2010’un sonundan beri deli gibi beklediğim ve gün saydığım Wrath Of The Titans’ı nihayet izleyebilmiş olduğum bu ruh hali içerisinde birazdan okuyacağınız eleştiri kesinlikle tarafsız değildir şimdiden belirtmekte fayda görüyorum.

Wrath Of The Titans hakkında konuşmaya kısaca konusuyla başlamak istiyorum. Kahramanımız Perseus ilk filmdeki yiğitliğiyle tüm insanların ve tanrıların saygı ve sevgisini kazanmışken inadından vazgeçmez ve evlenip çoluk çocuğa karışarak hayatına balıkçı olarak devam eder. Aradan 10 yıl geçmiştir ve Perseus karısını kaybetmiş (filmde karısının kim olduğunu göremesek de Perseus’un IO’nun mezarı başında gördüğümüz için IO olduğunu varsayıyorum) oğlu Helius ile sıkıcı ve güvenli bir yaşam sürmektedir. Bu arada insanlar tanrılara dua etmeyi tamamen bırakmış, bu nedenle tanrılar güçlerini teker teker kaybetmiş ve diğer tanrıların aksine hapishanede kötü emellerine ulaşmak için şeytani planlar yapmakta olan Zeus’un kardeşi Hades git gide güçlenmiştir. Tanrıların babası Kronos’un iktidarı ele geçirerek dünyanın sonunu getirmesinden korkan Zeus Perseus’dan yardım ister fakat Perseus insan olarak yaşamak ve oğlunu asla yalnız bırakmamak için ettiği yemini bozmak istemez. Bunun üzerine zamanında Kronos’u hapseden ve güçlerini elinden alan tanrılardan Zeus ve Poseidon yanlarında Zeus’un oğlu savaş tanrısı Ares olduğu halde Hades’den yardım talep etmek için yer altı dünyasına inerler. Ve tabi burada onları büyük bir sürpriz beklemektedir. 



WOTT’ı beğenerek (bayıla bayıla) izlemiş olsam da benim için COTT’ın yerini asla tutamaz bunu belirtmek isterim. WOTT'da genelde yüz yüze gelmiş olduğumuz devam filminin ilk filmin yerini tutamaması sorunsalı yine karşımıza çıkıyor. WOTT’da Perseus’u kişiliği oturmuş, babasını affetmiş ve insani yanı daha kuvvetli bir şekilde izliyoruz; ilk filmde gördüğümüz “ne olursa olsun yakar yıkarım” tavırlarının yerini “oğlum için yakar yıkarım” tavırları almış, saçları uzamış, daha bir bilge olmuş ve affetmeyi öğrenmiş. İlk filmde yüzüne bakmadığı Andromeda ile aynı savaşta yer alıyor; Poseidon’un yarı insan oğlu olan kuzeni Agenor’u adam ediyor, Pegasus ile olan ilişkisi başka bir boyuta taşınmış, kendini yenilmesi neredeyse imkansız olan büyükbabası Kronos’un karşısında buluveriyor. Hikayenin akıcılığı konusunda herhangi bir olumsuzluk yok, fantastik filmleri sevenlerin alışkın olduğu şekilde bol ve güzel efektli bir savaş eşliğinde hiç sıkılmadan izliyoruz filmi. Ne var ki ilk filmdeki bazı şeyleri çok aradım, bunlar da şunlardır;

İlk filmdeki Ramin Djawadi’nin film ile inanılmaz uyumlu olan eşsiz müzikleri WOTT’da yok, müzikler gayet sıradan, kurgu ile uyumu olmamış. Kompozitörün Javier Navarrete olması maalesef benim için hayal kırıklığı oldu.

Filmin 3D olmasına ben 3D izlemek zorunda kalmadığım sürece bir itirazım yok fakat filmi 3D izlemek zorunda kaldım ve kendimi filme tam anlamıyla veremedim. Her ne kadar 3D’den nefret etsem de (gözlüğünden daha da fazla), WOTT’da özellikle ateş ve kıvılcım içeren; Perseus’un Pegasus üzerinde olduğu halde Kronos ile savaştığı sahneler gibi bazı sahneler hakikaten iyiydi. Yine de 2D’li Blue Ray versiyonuna daha fazla bayılacağımdan adım gibi eminim. 






Filmi Türkçe dublajlı izledim fakat 3D olduğundan altyazı sorunu yaşayacağım için dublajlı olduğuna şükrediyorum. Dublaj da gayet iyiydi şansıma.

Filmde Andromeda’nın ilk filmdekinden farklı bir oyuncu tarafından canlandırılması pek de uygun olmamış zira çoğu kişinin “haa bu kız o kız mı” diye tepki verdiğinden neredeyse eminim.

Perseus’un oğlu Helius karakteri hoşuma gitmedi. Babası Perseus, dedesi Zeus, annesi IO olduğu halde ortaya nasıl Helius gibi zırlak bir çocuk çıkabilir ki? Keşke o zamanlar DNA testi olsaydı demek geliyor içimden.

Filmde Perseus ve Pegasus arasındaki ilişkiye bayıldım, özellikle Perseus’un omzuna kanadı yemesi ve ikili arasında geçen diyaloglar (Perseus konuşur Pegasus kişner) çok hoştu. WOTT’da İlk filmdeki espri düzeyi korunmuş bu bakımdan da oldukça güzeldi.

Filmin süresi 99 dakika! Mahsus mu yapıyorlar bilmiyorum ama yetmiyor kardeşim bari 115 filan yapsaydınız. Elde bol malzeme varken insanın hevesini kursağında bırakmayın ne olduğunu anlamadan bitiyor film ve elimizde o saçma gözlüklerle kalıveriyoruz. 


Oyunculuk konusunda zaten konuşmayacağım, Sam Worthington tabii ki mükemmeldi, Liam Neeson ve Ralph Fiennes de kötü olabilir mi ki! Yönetmen Jonathan Liebesman hakkında nötrüm (yine de Louis Leterrier’i daha çok seviyorum) yalnız senaryo daha enteresan olabilirdi. Filmin ilk filme göre daha ağır olan dram yönüne de bayıldığım söylenemez zira fedakar aile fertleri, baba çocuk sevgisi, zırlayan tıfıl evlatlar izlemek istesem fantastik filme gitmezdim haliyle. Bu bakımdan Perseus’u evlendiren ve çocuk sahibi yapan, ardından 10 yıl önce yüzüne bakmadığı Andromeda’yı öptüren senaristleri gördüğüm yerde Agenor’un Perseus’u tokatladığı gibi tokatlayacağımı ve omuzlarına kanadımla vuracağımı buradan beyan ederim. 




Sonuç olarak; tabii ki izlemelisiniz hatta sinemada en az iki, ev ortamında en az 5, arkadaş ortamında en az 3 şeklinde. Hatta en iyisi Clash Of The Titans’ın ardına Wrath Of The Titans’ı izlemek olacaktır. Devamı gelsin mi gelmesin mi sorusuna ise “tabii ki gelsin, üstelik bu sefer Türkiye’de çekilsin” diye bağırarak cevap veriyor ve filmi ikinci kez sinemada izleyeceğim gelecek haftayı beklemeye koyulmak üzere hayal alemindeki kovuğuma çekiliyorum.

Yaşasın Kraken’i yenen Perseus!

B.Kumbay (W) / 31.03.12


25 Mart 2012 Pazar

The Hunger Games


Seriler güzel oldu mu benim için dünyanın en büyük nimetlerindendir, yıllarca okur, izler; karakterleri dostunuz, kardeşiniz, düşmanınız olarak görür, acılarıyla üzülür, sevinçleriyle mutlu olursunuz. Hikaye bittiğinde sanki yaşamınızdan bir parçaymışçasına benliğinize işler, hayallerde de olsa hayatınızın bir parçası olur. İsimlerini duydukça kah silik bir gülümseme belirir yüzünüzde, kah gözleriniz dolar. Fakat bir hikayenin bu denli içinize işleyebilmesi kolay değildir, her hikaye bir Kara Kule, bir Taht Oyunları, bir Yüzüklerin Efendisi olamaz. Yazım-çekim tekniği, karakterler-oyuncular, senaryo-kurgudan daha fazla şeyler gereklidir bunun için; hikayenin ruhunuza işleyebilmesi gerekir, ona dokunabilmeniz gerekir kalbinizle, DNA’nıza işleyebilmesi gerekir. Tüm bunları yapabiliyorsa eğer, bir seri benim için dünyalara bedeldir, beni başka dünyalara çekip götürebildiği ve zaman zaman orada yaşayabilmemi sağladığı için.

Twilight felaketi sonrası cesaretimi toplayarak okuduğum Açlık Oyunları bittiğinde seriden duyduğum memnuniyeti uzun bir yazı ile dile getirmiştim. Uyarlamalara ve özellikle uyarlamalardaki farklılıkları uzun uzadıya yazmaya bayılırım. Açlık Oyunları’nın ilk filmini asıl bunun için merakla beklemekte idim ve nihayetinde gösterim günü geldi çattı, filmi büyük bir zevkle huşu içerisinde izledim ve sonuç beklediğimden de iyiydi diyebiliyorum gönül rahatlığıyla. Asıl meselemize gelmeden önce kitabı okumamışlar için kısaca konudan bahsetmek gerekirse;

Dünya ilerlemiş ve büyük bir savaş sonrası mıntıkalara bölünmüştür. Mevcut 13 mıntıka Panem denilen ülkenin başkenti Capitol tarafından idare edilmekte iken başkaldıran 13. Mıntıka ordu tarafından haritadan silinir. Geriye kalan 12 mıntıka ise özgürlüğün ne denli tehlikeli olduğunu hatırlamaları için her yıl yapılacak Açlık Oyunları’na bir kız bir erkek olmak üzere 12-18 yaşları arasında çocuklar göndermekle cezalandırılır. Açlık Oyunları Capitol tarafından gaddar oyun kurucular ve gelişmiş bilgisayarlar ile idare edilen arenalarda yapılmakta; katılan 24 çocuktan sadece biri sağ kalıp şampiyon olmaktadır. 12. Mıntıka’da annesi ve kardeşi Prim ile zorluklar içinde yaşam mücadelesi veren Katniss Everdeen, babasının bir maden kazasında ölmesi sonrasında ailesinin karnını avcılık yaparak doyurmaya çalışan 16 yaşında bir genç kızdır. Günlerini arkadaşı Gale ile birlikte ormanda avlanarak geçiren Katniss Açlık Oyunları için çekiliş zamanı geldiğinde kurada kardeşi Prim’in adının çıkması ile yıkılır ve Prim’in yerine gönüllü olur. Katniss’in Açlık Oyunları’ndaki ortağı fırıncının oğlu, Katniss’in okul arkadaşı Peeta Mellark olur. Akıl hocası olarak yanlarında 12. Mıntıka’nın tek şampiyonu alkolik ve aksi Haymitch olduğu halde Açlık Oyunları için Capitol’e giden ikili ümitsizce hazırlanmaya başlar. Oyunlar öncesi yapılacak ve tüm Panem tarafından izlenecek olan gösteri ve mülakat için hazırlanan Katniss ve Peeta genç stilist Cinna’nın sayesinde tüm dikkatleri üzerine çekerler. Mülakat sırasında Peeta’nın Katniss’e olan aşkını itiraf etmesiyle işler çığırından çıkacak, arenadaki kanlı savaş aşk uğruna yapılacak bir mücadele ile gölgelenecektir. Bu durumdan hoşlanmayan Panem’i yöneten Başkan Snow Peeta ve Katniss’in hayatını cehenneme çevirmeye kararlıdır. 



The Hunger Games yani serinin ilk filmi 142 dakikalık uzun süresine rağmen tek bir gereksiz sahnesi olmayan ve şimdiye dek izlediğim aslına sadık en iyi uyarlama filmlerinden biri. Oyuncular önceleri olmamış gibi görünse de filmde kimse sırıtmıyor, her oyuncu karakterine yakışmış. Özellikle Jennifer Lawrence (Katniss), Josh Hutcherson (Peeta), Liam Hemsworth (Gale), Elizabeth Banks (Effie), Stanley Tucci (Caesar), Donald Sutherland (Snow), Woody Harrelson (Haymitch) ve Amandla Stenberg (Rue)’ü başarılı buldum. Rollerine yakışmadığını düşündüğüm iki oyuncu Lenny Kravitz (Cinna) ve Willow Shields (Prim) oldu, bu iki karakter kitapta hissettiğim gibi değildi. Filmin sürprizi ise Wes Bentley oldu, Seneca Crane’i sadece isim olarak biliyorduk filmde önemli karakterlerden biri olarak görmek gayet güzel oldu. Filmin yönetmeni Pleasantville ile tanıdığımız ve yönetmenlik tecrübesi fazla olmayan Gary Ross. Ross filmde mümkün olduğu kadar az müzik kullanarak karanlık ve ciddi bir atmosfer yaratmak istemiş, karakterler üzerinde fazla durmamış bu nedenle kitabı okumayanlar özellikle Katniss, Peeta ve Gale arasındaki ilişki ve Katniss’in görünenden çok farklı olan kişiliği hakkında gerekeni alamayacaklar fakat dolu dolu olan ilk kitabı 142 dakikaya sığdırmak pek de kolay olmasa gerek bu bakımdan Ross’un elinden geleni yaptığını düşünüyorum.

Gelelim kitap ve film arasındaki farklara;

• Filmde haliyle daha yüzeysel olarak işlenen ana karakterler bize hissettirmeleri gerekenleri hissettiremiyor bu bir ama görsel olarak karakterlerin düşüncelerini işlemek oldukça zor ve işlenmesi gereken zengin bir hikaye var o yüzden bu maddeyi geçebiliriz.
• Hikayede önemli bir yere sahip olan Alaycı Kuş İğnesi kitapta Katniss’e okul arkadaşı valinin kızı Madge tarafından veriliyor. İğne sıradan bir armağan değil; Capitol tarafından soyları tüketilmeye çalışılmış, 12. Mıntıka için özgürlük demek olan Alaycı Kuş’un sembolü bu iğnenin hikayesi daha önce Açlık Oyunları’na katılmış olan Madge’in teyzesi ve Katniss’in annesine kadar uzanıyor. Üç kitapta da Madge önemli bir karakter ne var ki filmde tamamen silinmiş olması pek de yerinde bir karar olmamış bana göre.
• Kitapta Katniss Capitol yolunda trende ve oyunlar öncesi otelde yemekleri büyük bir iştahla yiyor, hatta meşhur bir kuru erikli yahni var ki bu yemek daha sonra Katniss ve Peeta mağarada kalırken ikiliye Haymitch tarafından paraşüt ile gönderiliyor fakat filmde Katniss’i yemek yerken neredeyse hiç göremiyoruz. Oysa Katniss hayatında sayılı kez ekmek görmüş, çektiği tüm acılara rağmen aç kalmamak uğruna zevkle yemek yiyen bir karakter, filmde bu yansıtılamamış ve 12. Mıntıka’da ölümlerin en büyük nedeni olan açlık ve yoksulluk seyirciye yeterince hissettirilmemiş.
• Haymitch kitapta alkolik, özellikle Katniss’le hiç anlaşamayan, ağzından cımbızla laf alınan aksi bir karakterken filmde neredeyse günü kurtaran kişi olarak gözler önünde. Hatta Katniss ve Peeta’yı kurtaran oyunların galibi aynı mıntıkadan iki kişi olabilir fikrini Seneca’ya veren de kendisi imiş meğer. Özellikle ikinci kitapta Katniss’in Haymitch’e duyacağı kin ve nefret olayların gidişatını tamamen etkileyecekken iki karakter arasında görülen bu zıtlık filmin devamı ve gidişat için pek de hayırlı değil.
• Prim kitapta olmadığı kadar korkak ve silik bir karakter olarak işlenmiş oysa Prim tüm seride ilk filmdekinin yarısı kadar bile ağlamayan metanetli ve güçlü bir karakter.
• Filmde Katniss ve Peeta arasındaki ilişki yeterince derinlemesine işlenmemiş, kitapta aralarındaki bağ; özellikle trende ve oyunların sonuna doğru mağarada geçen diyaloglar oldukça detaylı idi ve karakterleri anlamamız açısından oldukça da önemliler. Yine zaman sorunu deyip geçelim ama Peeta’nın gereken etkiyi izleyiciler üzerinde bırakmasına engel teşkil ettiği yadsınamaz bir gerçek.
• Hikayede yine önemli bir yeri olan Avoxlar’ı filmde otel odasına giriş sahnesinde 2 saniyeliğine görebiliyoruz, özellikle Lavinia yok oysa ki Katniss ve Peeta için çok önemli biri, bir ihtimal ikinci filmde görebiliriz.
• Daha önce söylediğim gibi Seneca Crane’i ve özellikle oyun kurucuların çalışma mekanı olan odayı kitapta hemen hemen hiç görmemiştik; filmde görmek oldukça heyecanlı idi. Bu arada kostümlere değinmeden geçemeyeceğim, fevkin de fevkiydi; Capitol ve diğer görseller de oldukça iyiydi.  



Bunlar dışında bazı ufak tefek farklılıklar (Katniss’in kariyer haraçlarının yiyeceklerini havaya uçurması sırasında bir kulağını kaybetmesi, ölen haraçların cesetlerinin hava araçlarıyla alınması, Rue öldükten sonra mıntıkasının Katniss’e yarımay şeklinde ekmek göndermesi, oyunun kuralı değiştiğinde Katniss’in Peeta’nın adını haykırması, Katniss ve Peeta’nın mağaradaki asıl yakınlaşmaları; sağanak yağmur, Peeta’yı iyileştiren ilacın şırıngada olması, mağarada ve nehir kenarında geçirilen zamanın uzunluğu, Cato’nun zor ölümü vb.) da mevcut fakat asıl üç büyük fark var ki yine hikayede çok önemli faktörler. Bunlardan ilki finaldeki savaşın verildiği Muttalar; kitapta ölen haraçların mutant halleri idi. Aralarında Rue’nin de olduğunu düşünürsek Cornucopia’da bütün gece süren kanlı savaşı filmde neredeyse hiç görememiş olmamız bana göre büyük kayıptır. Buna bağlı olan ikinci büyük fark ise Peeta’nın zaten tam anlamıyla iyileşmemiş olan bacağının Muttalar tarafından parçalanması, Katniss’in yaptığı turnike sonucunda ise bacağını kaybetmesi ve yerine protez takılması. Filmde Peeta çok şükür sapasağlam ama bunun atlanmış önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Ve en önemli farka geldik; kitapta Katniss ve Peeta arasındaki yakınlaşmaya ve büyük aşkın başlangıcına tanık olan bizler maalesef filmde bunun çeyreğini bile göremiyoruz. Senaryonun Gary Ross, Billy Ray ve Suzanne Collins tarafından yazıldığını ve Suzanne Collins’in tüm değişikliklere onay verdiğini düşünürsek “vardır bir bildikleri” demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.

Yine de tüm farklara rağmen bence olabildiğince güzel bir uyarlama yapılmış. Seriyi bitirmiş biri olarak sonuçtan memnunum, tabii ki daha iyisi olabilirdi ama ben daha iyisini devam filmlerinde göreceğimize inanıyorum. Özellikle 3. Filmde kurgu değişmezse Peeta uğruna gözyaşı bile dökebilirim gibi geliyor bana, filmi o derece başarılı buldum.

Kıssadan hisse; seriyi okuyanlar kesinlikle izlemeli, izleyenler kesinlikle seriyi okumalı. Oscar’lık olmayabilir ama tam izlemelik, gidilesi ve sevilesi bir film The Hunger Games.

Açlık Oyunları kutlu olsun ve şans her daim sizinle olsun!


B.Kumbay / 25.03.12

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...