25 Aralık 2011 Pazar

Bag Of Bones

 
Stephen King, eserleri en çok sinema ve televizyona uyarlanmış yazarlardan biridir aynı zamanda bu konuda en çok eleştirilen yazarlardandır. Bu durum biz Stephen King severlerin en çok rahatsız olduğu konudur zira eli yüzü düzgün King uyarlamalarının sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Haliyle King okumamış ve okumadan film ve dizilerini izlemiş seyirci kitlesi zehirli oklarını acımasızca King’e yöneltir ve izlediği tek bir filmle King’in tüm eserlerini yargılar. Hele ki Kara Kule’yi okumamışsa; hemen hemen tüm King roman ve hikayelerindeki Kara Kule bağlantılarından bir haberse o kişinin The Mist’in başlangıcındaki Roland ve Kule resmine boş gözlerle bakması kaçınılmazdır. Bu bakımdan King uyarlaması yapmak zordur, ortaya çıkan eser nadiren bir Yeşil Yol, bir Esaretin Bedeli olur, geriye kalanların hakkı yenir, yerin dibine batırılır ve yok olmaya mahkum olurlar.

Bag Of Bones Stephen King’in 1998’de yazdığı yazarın edebi yönü kuvvetli eserlerinden biridir. 1998’de Bram Stoker En İyi Roman Ödülü’nü ve 1999’da İngiliz Fantezi Ödülü’nü almış, Kara Kule ile bağlantısı olan dram yönü ağırlıklı çok iyi bir gerilim kitabıdır. Yavaş yavaş tüm King eserleri beyaz perde ve gümüş ekrana uyarlanıyorken, uyarlanmış olanların tekrarı çekiliyorken sıranın Bag Of Bones’a gelmesi beni şaşırtmamıştı. Haberi duyan ve başroldeki isim Pierce Brosnan’a tepki gösteren çoğunluğun aksine bence kilit nokta King uyarlamalarına oldukça aşina olan yönetmen koltuğundaki Mick Garris’di. Pierce Brosnan iyi bir oyuncudur, rolün altından kalkabileceğine dair herhangi bir şüphem yoktu ama Happy Town ve Masters Of Horror gibi iyi projelere yönetmen olarak imzasını atan Garris’in Desperation, Riding The Bullet, Quicksilver High, Sleepwalkers ve The Stand gibi vasat King uyarlamalarının altında da imzası olması kafamda kocaman bir soru işaretiydi. Yine de Garris King’i seviyordu, The Shining’in mini dizisi bana göre başarılı bir uyarlamaydı ve Bag Of Bones’da bizzat Stephen King ile birlikte çalışacaktı. Bunun yanında 15 milyon $ bütçeli yapım için yayıncı kanal A&E’nin promosyon ve reklam çalışmalarında masraftan kaçınmaması hatta mini diziye özel bir web sitesi açması da ümidimi korumama neden oldu. Sonunda beklenen gün geldi; Bag Of Bones 2’şer saatlik 2 bölüm halinde iki gün üst üste olmak üzere gösterildi. Sonuç; iyi sayılabilecek bir reyting oranı ve sadece Amerika’da 3 milyonu aşkın izleyici kitlesi ile kanalı tatmin etti fakat her zamanki gibi King hayranlarını ikiye böldü.

Uyarlamayı beğenmeyenler çoğunlukta olsa da ben beğenen kitle arasındayım; bunun en büyük nedeni de oyuncu kadrosudur. Pierce Brosnan beklediğim gibi rolün hakkını vermiş, hatta neredeyse tek başına kurtarıyor diziyi, oyuncu kadrosu genel anlamda iyi fakat kurgu ve atmosfer ne yazık ki beklentilerimi karşılamadı. Özellikle ilk bölüm inanılmaz yavaş bir tempo, gereksiz diyaloglar ve sahnelerle uzatılmış kurgusu ile sabırları zorluyor. İkinci bölümde ise nispeten daha iyi, gerilim dozu ve efektler abartılmamış, müzikler iyi, birebir olmasa da kitaba sadık kalınmış tipik bir Mick Garris uyarlaması izliyoruz. Tüm bunlar açısından ele aldığımda Bag Of Bones benim için kötü King uyarlamalarından biri değil ortalarda ama yine de listenin üst kısımlarına yakın olarak yerini alıyor.


Bag Of Bones’un konusundan kısaca bahsetmek gerekirse;

Mike Noonan (Pierce Brosnan) karısı Jo Noonan (Annabeth Gish) ile mutlu ve sakin bir hayat yaşayan başarılı bir yazardır. Son kitabının çıkmasından hemen sonra katıldığı bir imza günü sırasında Jo’nun trajik bir kaza sonucu ölmesi ile tüm hayatı değişen Mike, uzun yıllardır çocukları olmamasına rağmen karısının öldüğü sırada hamile olması ile aklı karışmış halde sorunları ile baş başa kalır. Menajeri Marty (Jason Priestley)’nin kendisinden yeni bir kitap istemesiyle Mike eski bir taslak roman üzerinde çalışmak için yazlık evlerinin bulunduğu küçük bir kasaba olan Maine’deki TR-90’a gitmeye karar verir. Başını dinleyebilmek ve karısının yasını tutabilmek için gittiği kasabada karşısına çıkan eski ve lanetli bir sır, kızı Kyra (Caitlin Carmichael)’yı kaybetmemek için savaş veren genç ve güzel Mattie Devore (Melissa George) ve karısının hayaleti ile karşı karşıya kalan Mike bir yandan da kim olduğunu bulmak için savaş verecektir.

Özellikle ilk bölümün yavaş temposuna ve kurgudaki olumsuzluklara rağmen Bag Of Bones’da King’in ruhunu görebiliyor olmamız dizinin artılarından. Diğer bir artı oyunculuk; kim ne derse desin Pierce Brosnan Mike Noonen’ı hakkıyla canlandırmış. Özellikle bilgisayar başında yazmaya çalıştığı sırada karısının resmini görmesi ve o yüz ifadesinde hayatında sevdiği birinin ölümünü yaşamış her insan kesinlikle kendini görecektir. Brosnan dışında diğer oyuncular da fena değil, en azından hikayeye uymuşlar. Bunun yanında dizide aralara serpiştirilmiş King eserlerinden parçalar çok güzel detaylar; Annie Wilkes, Richard Bachman ve Boo’ya Moon bunlardan sadece üçü. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde ortaya izlemesi keyifli bir King uyarlaması çıkıyor, daha iyisi tabii ki de olabilirdi ama kesinlikle kötülerden biri değil tabii ki bana göre. Kitabı okuyalı neredeyse 12 yıl olmuş o yüzden tam bir karşılaştırma yapamıyorum ama hatırladığım ayrıntılarla birebir bir uyarlama olduğunu söyleyemesem de (Jo beyin kanamasından birden ölmüştü mesela dizide otobüsün altında kalarak ölüyor) senaryoda bu gibi değişikliklere alışkınız, yapımcılar dram ve gerilime ağırlık vermek için bunu her zaman yapıyorlar.

Tüm bunların yanında Bag Of Bones hakkında konuşulması gereken önemli ve çok zevkli bir konu daha var ki o da mini dizinin web sitesi. darkscorestories.com’a girdiğinizde karşınıza hikayenin baş kahramanlarına ait bölümler ve resimler çıkıyor. Bu resimlerin her birinde de özellikle Kara Kule dahil King’in tüm kitaplarını okumuş benim gibi Stephen King hayranları için çok güzel ve özel sürprizler var. Hepsi olmasa da birkaç tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum. 

 01: Raflardaki kitaplara dikkat edin, misal soldaki George Stark romanına. 


 02: Mike Noonan’ın hemen solunda duran hayranının They Call Me Dr. Love t-shirt’üne dikkat; Şeffaf’ı okuyanlar hemen hatırlayacaktır. 


 03: King’in son audio book’u Mile 81, Mike’ın hemen arkasında kitap rafında çıkartma şeklinde görünüyor. 


 04: Kitap kapağında yazar olarak görünen Mike Enslin 1408’in başkahramanı (John Cusack olarak izlemiştik), yine yanında bir George Stark romanı duruyor. 


 05: Yine kitaplar ve bu sefer aralarında “The Misery”den Paul Sheldon’ın Misery’s Love’ı var. 


 06: Mike’ın eşi Joe, duvarda Duma Key’in posteri ve posterin hemen altındaki çocuk resmi size tanıdık geldi mi? 


 07: Mike ve Jo’nun resminin hemen yanında bir önceki bahsi geçen çocuk resmini yakından görüyoruz. Evet resimdeki çocuk Stephen King’in ta kendisi ve bence sitedeki en güzel resim de bu.


 08: Birçok detay içeren güzel bir resim daha; Mike Noonan’ın Liljas Library’de imza günü var, tezgâhın altında “The Regulator” posteri ve hemen yanında “Deadzone” yazısı. 


 09: Duvarda “Crimson King”in kızıl gözü bizlere bakıyor. 


 10: Gage Creed (Pet Sematary) grubunun albümü dinlememiz için bizi bekliyor. 


 11: Sitedeki resimler arasında en üzücü olanı; Jake Chambers’ın (The Dark Tower) mezar taşına gözlerimiz dolarak bakıyoruz. 


12: Hearts In Atlantis’den Bobby Garfield’ın babası Randall Garfield’ın mezar taşı, tıpkı kitapta anlatıldığı gibi. 


 13: Bir başka mezar taşı da Cujo’dan Tad Trenton’ınki. Önünde de şirin bir Saint Bernard oyuncağı. 


 14: Rahmetli George Stark’ın (The Dark Half) boş mezarı da TR-90 mezarlığında. 


 15: Storm Of The Century’den Andre Linoge’un asası ve hemen yanında nice genç kızın aşık olduğu Tom Gordon’un beyzbol kartları. 


 16: The Shawshank Redemption’dan Andy Dufresne’in taş oymak için kullandığı keskiyi sakladığı İncil, yoksa duvar oymak mı demeliydim? 


 17: Resimde gizlenmiş eli zilli maymunu görebildiniz mi? 


 18: Yine çok anlamlı bir resim; Ka-Tet (The Dark Tower) karşınızda. 


 19: Pennywise (IT) olmadan olmaz tabii! 


20: Captain Trips (The Stand) plağı, eski bir araba modeli (Buick 8), “Takırdayan Diş”ler ve tüm bu oyuncakları üreten imalatçı firma North Central Positronics Ltd. (The Dark Tower). 


 21: Yine puzzle gibi bir resim; tarot kartları, ejderhalar, Mono Blaine ve daha niceleri. 


 22: Wolf marka bira isteyeniniz var mı? 


 23: Günün spesyalitesi; Çingene Turtası (Thinner). 


 24: Güzel bir piknik gibisi yoktur hele ketçap IT marka ise ve kola Orta Dünya’dan geldiyse.



Sitede bunlar gibi birçok resim var ve hepsi King’in Evreni’nden izler taşıyor. Özelikle Kara Kule ve diğer King kitaplarını okuduysanız kesinlikle bir göz atmalısınız. Bag Of Bones sırf bu nedenle bile sevilebilir; şeytan ayrıntıda gizlidir derler, kesinlikle doğru ve bu şeytanları mutlaka görmelisiniz.

B.Kumbay / 25.12.2011

11 Aralık 2011 Pazar

Sunshine



Yıl 2057 Güneşimiz ölüyor. İnsanoğlu yok olma tehlikesiyle yüz yüze.

Yedi yıl önce, Icarus Projesi Güneş’i yeniden canlandırmak için bir görev düzenledi. Ama görev Güneş’e ulaşamadan başarısız oldu. 16 ay önce ben Robert Capa, yedi mürettebatla birlikte solar bir kışta dünyadan ayrıldık. Kargomuz Manhattan adası büyüklüğünde bir yıldız bombası. Amacımız bir yıldızın içinde başka bir yıldız oluşturmak. Sekiz astronot bir bombanın arkasına bağlı. Benim bombamın.

Icarus II'ye hoş geldiniz.


Yukarıdaki paragraf Sunshine’ın açılışından, Icarus II’nin fizik bilimcisi Robert Capa bize olanları kısaca anlatıyor. Bunun üzerine filmin konusunu anlatmaya gerek yok her şey ortada. İnsanlık tarihin başlangıcında tanrı olarak görerek taptığı Güneş’in ölmeye başlamasıyla yok olmanın eşiğindeyken bir gurup bilim adamını yıldızı canlandırabilmek için belki de geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyor, daha önce benzerlerinin gittiği ama dönemediği bir yolculuğa.

Bilimkurguya bayılırım, özellikle gerçekçi ise ve sanki geleceğe yolculuk etmişim gibi hissettirirse aynı filmi bıkıp usanmadan onlarca kez izleyebilirim, Sunshine da benim için işte bu filmlerden biridir. Normalde bilimkurgu izlerken alışık olduğumuz muhteşem gelişmiş teknolojili lazer silahlarla donatılmış, uzay boyutları arasında yolculuk yapabilen ses hızında seyahat eden uzay gemilerinin aksine Icarus’un oldukça basit ve uyduya benzeyen bir yapısı var – ki eğer yakın gelecekte uzaya gideceksek anca bu tür bir gemi ile gidebiliriz – bu da filmin ilk dakikasından itibaren tüylerimin diken diken olmasına neden olur. 

Karanlık ölümse aydınlık hayat mıdır, sadece bakarak yanabileceğiniz Güneş'in aydınlığı bile olsa?

Oldukça basit bir sorun “Güneş’in tükenmesi” yine oldukça basit bir çözüm “Dünya üzerindeki tüm radyoaktif madenlerle bir yıldız bombası yapılması” ile önümüzde. Bombanın Güneş’in merkezine gönderilmesi gerek ve bunu yapabilecek bir avuç korkusuz bilim adamı ışığına dahi çıplak gözle bakamadığımız yıldızın merkezine doğru 16 aylık bir yolculuğa çıkarlar. Gemideki oksijen küçük bir yeşil bitki bahçesinden sağlanmakta, su geri dönüşümlü olmasına rağmen yiyecek sınırlı. Daha önce bu yolculuğa çıkmış olan Icarus I’in görevinde başarısız olmasının yanında iletişimin birden kopması içindeki sekiz insanın ve geminin akıbetinin ne olduğu gibi soru işaretlerinin yanında, 16 ay boyunca uzayda olmanın verdiği sıkıntı ve gerginlikle mürettebatın üzerindeki baskıyı anlayabilir miyiz hele ki tüm insanlığın kaderi onların elindeyken çünkü başka bomba yapacak malzeme kalmamıştır Dünya’da, bu bizim son şansımızdır.

Tüm bu baskının yanında Icarus II, Merkür’ün yanından geçerken Icarus I’e ait yardım çağrısı sinyallerini alır. Aradan 7 yıl geçmiş olmasına rağmen mürettebatın halen hayatta olma ihtimali vardır. Bundan daha da önemlisi belirsizliklerle dolu görevlerini tamamlamak için ellerinde tek şansları varken bu şansı ikiye katlayabilecek olmalarıdır; Icarus’daki yıldız bombasını da Güneş’e gönderebilirlerse insanlığı kurtarma olasılıkları artacaktır. Mürettebat konu hakkında uzlaşamaz, Kaptan kararı yıldız bombasını kullanabilecek tek kişi olan Fizikçi Robert Capa’ya bırakır. Capa Icarus’a gitme kararı verince geminin yörüngesini manuel olarak ayarlayan mürettebatın kalkanları hesaba katmaması felaketler zincirinin başlangıcı olacaktır. 

Mürettebat hayati bir karar vermek için bir arada ama insanlığın geleceği söz konusuyken dahi uzlaşılamaz.

Sunshine’ın yönetmeni çok sevdiğim ve özellikle “28 Days Later”la müdavimi olduğum Oscar ödüllü Danny Boyle. Başrollerde yine “28 Days Later”da Danny Boyle ile çalışmış, Inception’dan da hatırlayacağımız Cillian Murphy (Robert Capa), son olarak Captain America’da izlediğimiz Chris Evans (Mace), sinemanın tanınan yüzlerinden Rose Byrne (Cassie), Hiroyuki Sanada (Kaptan Kaneda), Michelle Yeoh (Corazon), Cliff Curtis (Searle) ve Mark Strong (Pinbacker) var. Senaryo “28 Days Later”ın senaristi Alex Garland’ın kaleminden, müzikler usta John Murphy’ye ait.

Sunshine herkesin anlayabileceği dilde bir bilimkurgu filmi. Yer yer mantıksız noktalar görebilirsiniz ama detaylar ve olaylar o kadar güzel işlenmiş ki film bittikten sonra aklınıza bile gelmeyecek. Konu olarak daha önce izlemediğimiz “güneş’in tükenmesi” olgusunu işlemesi filmin artılarından. Oyunculuk ve yönetmenlik açısından yine oldukça başarılı bir film, mürettebat arasındaki elektrik, diyaloglar, gereksiz bir aşkla kirletilmemiş kurgu, yersiz kahramanlık gösterileri olmaksızın insani yönlerini açıkça sergileyen karakterler sizi ele geçiriyor. İzlerken “ben de korkardım, ben de olsam böyle yapardım” diyebiliyorsunuz bu açıdan gerçekçi bir bilimkurgu olduğu aşikâr. Yine gerçekçi bir final ve insanlığa gönderme ile biten Sunshine bana göre izlenmesi gereken bilimkurguların başında geliyor. En azından 107 dakika boyunca bu dünyadan kopmak istiyorsanız hiç durmayın derim.  



İnsanoğlu’nun tek düşmanı yine insanoğlu, uzayda Güneş’in yolunda bir uzay gemisinde insanlığı kurtarmanın peşinde olsa bile.


B.Kumbay / 11.12.11

Drive

Arabalı, kaçıp kovalamacalı filmleri severim yalnız Fast & Furious tarzı abartı filmlerden çok daha gerçekçi filmleri tercih ederim. Her ne kadar ismine bakıp da kendimizi arabalı sahnelere hazırlasak da Drive bu türün sakin, yavaş, deyim yerindeyse oldukça “cool”; aksiyon-macera değil de dram ağırlıklı örneklerinden biri.

Filmin oldukça sıradan olan konusu şöyle; İsmini bilmediğimiz gizemli sürücü (Driver) hayatını filmlerin arabalı sahnelerinde dublörlük yaparak ve bir tamirhanede çalışarak kazanan, ek iş olarak da sürücülük kabiliyetlerini soygunlarda kullanan kendi halinde yalnız biridir. Yeni taşındığı apartmandaki sessiz-sakin küçük oğluyla yaşayan Irene ile gelişen arkadaşlık ilişkisi, Irene’in kocası Standard’ın hapisten çıkarak eve dönmesiyle karmaşık bir hal alır. Standard’ın hapisteyken borçlandığı adamlar ailesini tehdit edince devreye Sürücü girer; Standard’a yapacağı soygunda yardım etmeyi teklif eder.

Drive’ın yönetmen koltuğunda Nicolas Winding Refn oturuyor. Başrollerde son zamanların yükselen genç isimleri Ryan Gosling (Driver) ve Carey Mulligan (Irene)’a usta aktörler Bryan Cranston (Shannon), Albert Brooks (Bernie Rose) ve Ron Perlman (Nino) eşlik ediyor. Filmin müzikleri Cliff Martinez’e ait. Senaryo James Sallis’in aynı isimli kitabından uyarlanmış. 


Drive enteresan bir film, oyunculuk ve kurgu ile öne çıkan ve izlemeye başladığınızdan itibaren sizi içine alan bir yapısı var. Özellikle başroldeki iki karakter Sürücü ve Irene o kadar sakin ve huzurlular ki, başlarına gelen olayların rutin olduğunu düşünebilirsiniz. Önceleri oldukça yavaş olan filmin temposu da gelişme bölümünün sonlarına doğru yavaş yavaş yükseliyor, Mustang Shelby’li kovalamaca sahnesi oldukça iyi. Olaylar arasında gereksiz diyalog ve sahneler yok, özellikle baş karakterler az ve öz konuşuyor. Sürücü’nün sessiz, sakin, kırılgan ama bir o kadar tehlikeli karakterini canlandıran Ryan Gosling bana göre alkışı hak ediyor, sayesinde 100 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve güzel bir finalle iyi bir filmin keyfine varıyorsunuz.

İmkanınız olursa Drive’ı sinemada izleyin, dönüşte de hayatın derdini çilesini düşünmeden Kavinsky & Lovefoxxx – Nightcall dinleyerek basın gaza gitsin.

B.Kumbay / 11.12.11

4 Aralık 2011 Pazar

The Thing


Serileri ve devam filmlerini severim ama daha çok sevdiğim bir şey varsa o da prequel yani başlangıç filmleridir. Nefret ettiğim bir şey varsa o da remake yani yeniden çevrimlerdir. Bu açıklamayı yapma gereği duydum çünkü birazdan anlatmaya çalışacağım “The Thing” serisi, sevdiğimi söylediğim türün en güzel örneklerinden biri hem de esaslı bir korku-bilimkurgu filmi, daha doğrusu filmleri ama o kadar güzel kaynaştırılmış ki tek bir film olarak bile ele alınabilir.

Korku-bilimkurgu severseniz John Carpenter’ın “The Thing” ini bilmemenize imkan yoktur. Büyük ihtimalle küçükken ve korkudan gözleriniz yarı açık izlemişsinizdir zira konusu ve kurgusu ile korku klasikleri listesinin hayli üst sıralarında yer alır. Bu yılın başlarında yeniden çekildiğini duyduğumda kesinlikle ön yargı ile yaklaştığımı ve “yeni The Thing”i yermek amacı ile izlemeye oturduğumu; ilkinin başarısı üzerine ne kadar başarısız bir remake olduğunu ballandıra ballandıra yazabilmek için de öncelikle ilk filmi izlediğimi itiraf ediyorum ama film beni oldukça şaşırttı; izlerken inanılmaz zevk aldım ve ayrı yönetmen elinden çıkmış bu kadar başarılı bir prequel daha izlemediğimi itiraf etmek durumundayım. Üstelik film yönetmen Matthijs van Heijningen Jr.’ın ilk uzun metrajlı film çalışması (kendisinin bir kısa film ve bir video yönetmenliği mevcut). Filmin niye bu kadar başarılı olduğunu anlatabilmem için iki filmden ve aralarındaki bağlantılardan bahsetmem gerekiyor tabi.

The Thing (1982)

Antarktika’da ABD araştırma üssünde her şey sakin ve sessizdir, bembeyaz ve buz gibi bir cennet. Bir gün kampa bir Sibirya kurdu ve hemen peşinde onu öldürmek üzere gelen Norveç Kampı’na ait helikopterle sessizlik bozulur. Köpek kurtulur, helikopter yanar ve Norveçliler ölür. Konuyu araştırmak için bir ekip Norveç Kampı’na gittiğinde kampın yandığını; ölmüş, intihar etmiş, yanmış insanları, karlar arasında yanmış ve insana benzemeyen bir şeyi ve ortası oyulmuş büyük bir buz kalıbını keşfederler. Norveç Ekibi’nin araştırma notları, videoları ve “şey” ile eve dönen ekip bu katliamın nedenini ortaya çıkarmak için çalışmaya başlar. Şey’e otopsi yapıldığında hücrelerinin hala canlı olduğunu görürler bu arada her şeyin buzullar arasındaki bir keşifle başladığını gösteren videoyu izlerler. Bu arada misafir köpeğin yerleştirildiği kulübede aklın alamayacağı kadar korkunç şeyler olmaktadır.



Filmin yönetmeni John Carpenter. 109 dakikalık filmin başkahramanı R.J. MacReady’yi usta aktör Kurt Russell canlandırıyor. Genellikle tek mekan ve dünya üzerindeki en acımasız iklim koşullarına sahip bembeyaz Antarktika’da geçen hikaye sinema tarihinde şimdiye dek karşımıza çıkan belki de en acımasız uzaylı düşman ile süslenince ortaya çok başarılı bir korku filmi çıkıyor. Filmin efektleri günümüze göre bir hayli basit olsa da bu korkmanıza engel olmuyor; izlerken oldukça geriliyorsunuz. Senaryo ve karakterlerin sadeliği de sadece “şey”e odaklanmanıza yardımcı oluyor. Konuda yer yer mantık hataları olsa da işin içinde bilimkurgu var ve uzaylılar hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz ki zaten. Kısacası bize sadece arkamıza yaslanmak ve iyi bir korku filmini izlemek kalıyor.



The Thing (2011)

Paleontologist Kate Lloyd ve dünyaca tanınan bilim adamı Dr. Sander Halvorson Norveç Ekibi’nin keşfini incelemek üzere Antarktika’ya giderler. Bu büyük keşif yaklaşık 100.000 yıl önce Antarktika’ya düşmüş bir uzay gemisi ve geminin hemen yanında donarak buzul içine hapsolmuş uzaylı bir varlıktır. Ekip keşfettikleri “şey”i incelemek için kampa götürür, ilk örnek alınır ve keşfin büyüklüğü için kutlamalara başlanır. Bu arada “şey” içinde hapsolduğu buz kalıbından kaçarak insanları teker teker avlamaya başlar; sadece avlamakla kalmaz aynı zamanda onların yerine de geçmektedir.


Filmin yönetmeni Matthijs van Heijningen Jr. 103 dakikalık filmin başkahramanı Kate Lloyd’u genç oyuncu Mary Elizabeth Winstead (Scott Pilgrim vs. the World) canlandırıyor. Efektleri, kurgusu ve atmosferi ile oldukça başarılı bir korku filmi olmasının yanında; gerek konu, gerek mekanlar ve detaylar ile orijinaline olan sıkı bağlarıyla yine oldukça başarılı bir başlangıç filmi The Thing. Mekan olarak ilk filmde yanmış ve yıkılmış olarak gördüğümüz Norveç Kampı, kapıdaki kanlı balta, bileklerini ve boğazını keserek intihar etmiş bir ekip üyesi, karlar arasındaki yanmış “şey”, yaratığın 100.000 yıldır hapsolduğu buz kalıbı, kalıbın bulunduğu oda, uzay gemisi kazı alanı, el bombaları ve Sibirya Kurdu gibi detaylarda orijinale sadık kalınmış ve iki film birbirine başarılı şekilde kaynaştırılmış. The Thing kendi başına bile iyi bir korku-bilimkurgu denebilir, efektler ve yaratık çok başarılı yine yaratıktan çok birbirleri ile mücadele eden ekip üyeleri insanı germeye yetiyor da artıyor bile.

Bunun yanında iki filmi bütünleştiren güzel detaylar da var mesela; ilk filmde MacReady “şey” tespit yöntemi olarak ısıtılmış metali kan örneklerine batırmak suretiyle bizi yerimizden hoplatırken yeni filmde Kate Lloyd ekip üyelerine amalgam dolgu testi uyguluyor. İki yöntem de dahice ama keşfedenleri Amerikalı yani Amerika iki kere daha dünyayı kurtarıyor, eh katlanacağız artık.

The Thing’ler süre, oyunculuk ve müzik bakımından da oldukça tatmin ediciler yalnız yeni filmin adı farklı olsaydı daha iyi olurdu bana göre zira remake’lere karşı atağa geçen önyargı mekanizmam boşuna çalışmamış olurdu.

Final olarak yine iki film de tatmin edici ama ben yeni filmin finalini çok daha fazla beğendim çünkü yeni filmin finali orijinalinin başlangıcı ve çok çok başarılı bu konuda.

Kıssadan hisse; korku-bilimkurgu severseniz ve “uzun zamandır şöyle ağız tadıyla korkamadım” diyenlerdenseniz; orijinal The Thing’i izlediğiniz halde (izlememeniz gibi bir olasılığı düşünmek dahi istemiyorum) gece vakti rahat mekanınıza kurulun ve iki filmi kronolojik sıraya göre ard arda izleyin. Aman sesi fazla açmayın ve kafanız tavana yakın olmasın çünkü yerinizde sıçrayacaksınız, benden söylemesi.

Son olarak; çok şükür ağzımda 3 amalgam dolgum var, mutluyum, huzurluyum, insanım.


B.Kumbay / 04.12.2011

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...