12 Eylül 2011 Pazartesi

R.I.P. Andy Whitfield


Gabriel olarak tanımıştım seni, o mavi gözlerinle içime işlemiştin. Spartacus’le tanıdı herkes seni, hayatımızda senin kadar güzel ağlayan bir erkek görmemiştik; şimdi biz senin için ağlıyoruz.

“Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var” diyorduk seni kaybettik. Amansız bir hastalığın pençesindeydin, hayatının en güzel döneminde tam da şöhreti yakalamışken ardında eşini, 2 çocuğunu ve bizleri bırakıp gittin. Henüz 39 yaşında ölümsüzlüğe ulaştın, Gabriel olarak düştüğün kalplerden geldiğin gibi sessizce ayrıldın. Bize mücadele etmemiz gerektiğini gösterdin, Spartacus sevdiğinden hiç vazgeçmedi, Andy sevdikleri için 1,5 yıl savaştı ama olmadı.

Nereye gittin bilmiyorum ama sen bu dünyada ölümsüzlüğe ulaştın. Gittiğin yerde huzurlu ol, mekânın cennet olsun. Seni hiçbir zaman unutmayacağız.

B.Kumbay / 12.09.11

11 Eylül 2011 Pazar

Attack The Block


Sıradan insanların yaşadığı sıradan mahallenizi bir gün uzaylılar işgal etse ne yaparsınız? Silahlarınızı kuşanıp hepsinin üstesinden mi gelirsiniz yoksa tabana kuvvet canınızın derdine mi düşersiniz? –man soyundan veya X-Men okulundan gelmiyorsanız sanırım ikinci şıkkı tercih edeceksiniz. O halde aşağı yukarı ne olurdu haliniz görmek için Attack The Block’u izlemenizde fayda var.

Film İngiltere’nin kenar mahallelerinden birinde bir blok apartmanda geçiyor. Zavallı uzaylılar düşecek başka yer bulamıyorlar; henüz çocukken silahlı soygun yapan çeteler, uyuşturucu tüccarları ve müptelaların yaşadığı mahalleye gökten yağıveriyorlar. İlk yaratığı bulan ve onu sopalarla uzaylı cennetine yollayan çetemiz Moses ve korkusuz arkadaşlarından oluşmaktadır. Yaratığın leşini para eder ümidiyle kaptıkları gibi kendini bloğun sahibi zanneden uyuşturucu tüccarı Hi-Hatz’in laboratuarına götürürler. Daha sonra “gökten Gollum yağdığını” fark eden çetemiz silahlarını kuşanıp uzaylı avına çıktığında bu yeni ziyaretçilerin ilkine benzemediğini ve “Pokemon” gibi yakalayamayacaklarını fark edince kovalama sona erer; tabana kuvvet kaçış başlar.



Attack The Block, son yıllarda izlediğimiz ve oldukça zevk aldığımız o “gerçekçi” filmlerden biri. Shaun Of The Dead ve Paul’ün oyuncularından Nick Frost burada da aynen devam ediyor desem belki ne demek istediğimi anlarsınız. Filmin orijinal olmayan konusu senaryo ve kurgu ile olabildiğince güçlendirilmiş. Karakterleri tanıma, uzaylıların anatomisini anlama, gidenlere üzülme gibi gereksiz gayretler içine girmediğimiz için film su gibi akıp gidiyor. Aksiyon ve gerilim düzeyi uzun diyaloglarla düşürülmeden yükselerek devam ediyor. Diyaloglarda kullanılan sokak ağzı ve seviyeli espriler de filme inanılmaz yakışmış. Belirtmem gereken bir diğer konu da uzaylılar; benzerlerini daha önce görmediğimiz ve belki de uzaylı kavramına en çok yakışabilecek yaratıklar. Oldukça korkunç olmalarına karşın zayıf noktaları da yok değil; bu durumda geldilerse görecekleri de var ve görüyorlar da. Bir diğer konu da müzikler, filmin harika bir soundtrack’i var. Basement Jaxx ve Steven Price filmin ruhunu gayet iyi yansıtmış. Yönetmen Joe Cornish aynı zamanda filmin senaristi ve Attack The Block ilk filmi olmasına rağmen bence harika bir iş çıkarmış. Oyunculardan bahsetmeye gerek yok; Nick Frost harici hiç birini tanımıyorum ama filmi District 9 kadar olmasa da gerçekmiş gibi izledim, özellikle yaşları küçük bıcırıkları uzaylılardan önce ısırmak istedim. Filmin bana göre tek eksik yönü 88 dakika olması. Bitmesini istemedim, gözüm doysun.

Attack The Block izlerken kıskandığım bir film bunu da belirtmem gerekiyor; keşke biz de böyle bir film yapabilsek, uzaylılar bizi metroda kovalasa, Mecidiyeköy’ü işgal etseler biz de Metrobüs’le kaçsak! Sanırım uzaylıların dünyayı işgal etmesini görme olasılığım bu dediğimin gerçekleşme olasılığından yüksek o yüzden uzunca bir süre yabancı versiyonlarla idare etmek durumundayız. Türü sevenlerin kesinlikle ve kesinlikle kaçırmaması gereken bir film, Shaun Of The Dead ve Paul’ü sevdiyseniz Attack The Block’u da seveceksiniz.


B.Kumbay / 11.09.11

8 Eylül 2011 Perşembe

Last Night

Geçen gece “Last Night” ı izledim, aslında bu tür filmleri izlesem de hakkında bir şeyler yazdığım pek görülmemiştir fakat Last Night her zaman savunduğum evlilik müessesesinin kutsallığı ile ilgili olunca, bir de işin içinde Worthington varsa bir şeyler karalamak farz olur tabi.

Filmin konusu üzerinde fazlaca yazmaya ya da düşünmeye gerek yok; yeni evli sayılabilecek bir çift bir akşam bir davete giderler. Karısı (Knightley) kocasını (Worthington) iş arkadaşı fettan bir kadınla (Mendes) biraz (!) samimi görünce paranoya krizine girer ve kocasına geceyi zindan eder. Yataklar ayrılır, ayaküstü “aldattın, aldattın mı, aldatır mıydın, aldatır mısın” kıyameti kopar. Koca ertesi sabah fettan iş arkadaşıyla iş gezisine çıkacaktır, gece boyunca yeminler edilir, seni seviyorum sözleri verilir, sarılma ve uyuma faslından sonra koca işe gider. Karısı kocasının aldatma katsayısını hesaplamaya çalışırken çarşıya kahve ve çörek almaya çıkar ama o da ne; karşısında eski sevgilisini (Canet) buluverir.

Buradan itibaren yazacaklarım ispiyon sevmeyen bünyelere zarar verebilir, uyarayım.

Last Night’ın hitap ettiği belirli bir seyirci kitlesi var, hani bana Worthington kısmı hitap ediyor itiraf ediyorum ama gerisi de evli çiftlere fazlasıyla dokunabilir. O kadar ki evliyseniz filmi izledikten sonra ciddi şekilde depresyona girebilir ve paranoyak olabilirsiniz. Neden mi, dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.

Filmin karakterlerinin oldukça sıradan olması bu durumun nedenlerinden biri. Bildiğimiz evli çift; evden çalışan ve ev hanımı sayılabilecek sıradan bir kadın Joanna Reed, sıradan bir işi olan ve haftada 6 gün (ve çoğu gece) çalışan sıradan bir adam olan kocası Michael Reed. İkisi üniversitede tanışıp 4 yıl sonra evleniyor, evliliklerinin 3. yılındalar, henüz çoluğa çocuğa karışmamışlar, partilere gidiyorlar, geceleri yumurta kırıp birbirlerine sarılarak uyuyorlar filan. Michael oldukça masum görünen, bir ters lafta gözleri dolu dolu olan hisli erkeklerden, hani sizin de vardır çevrenizde; herkes yapar ama o yapmaz, ölse aldatmaz dediklerinizden. Zaten karısını seviyor, öyle çapkın bir erkek filan da değil hayatta aldatmaz! mı dersiniz? Bal gibi de aldatıyor çatır çatır, öyle birden de olmuyor saatlerce flört ediyor hem de her gün gözünün içine baktığı iş arkadaşıyla. Ama her erkek yapmaz mı zaten? Peki her erkek yaparsa o zaman herkesin yaptığı şey normal sayılmaz mı? Ya da seks yapmakla aldatmak mı daha kötüsü yoksa daha şeytani yöntemler de var mı? İşte ana meselemize geldik.

Efendim Michael şehir dışında karısını aldata dursun, bir önceki gece boyunca hiç durmadan onu yalan söylemek ve aldatmakla suçlayan Joanna karşısına dikilen Fransız eski sevgilisiyle barda iki tek atma, yemek yeme, partiye gitme ve asansörde masumca (!) öpüşme dışında bir şey yapmıyor. Tamam, otel odasında birazcık ileriye gidiyorlar sanki ama yine de bir şey olmuyor, sarılıp uyuyorlar. Sabah da vedalaşıyorlar, evli evine köylü Paris’e dönüyor. Yalnız küçük bir detay var ki, Joanna Alex’in A’sından kocasına bahsetmemiş, kitapların içine gizlediği resimlerini göstermemiş, Michael’ın eski sevgiliye sarf edilen “seninle olabilmek için her şeyi yapardım” sözünden haberi yok, eski sevgiliden de haberi yok, hiçbir şey bilmiyor, karısının tek aşkı olduğunu sanıp tek gecelik bir heyecana kaptırıyor kendini. Peki, önemli olan tek gece mi her gece mi işte bütün mesele bu sanki.

İşte bundandır ki evliyseniz bu film bünyenize dokunabilir, tek eşlilik, ruh eşliliği, düşünceyle veya hareketle aldatma gibi kavramlar beyninize üşüşecek ve aynı evde belki de yıllardır yaşadığınız hayat arkadaşınızı “acaba acaba acaba” diyerek paranoyak şekilde sorgulayacaksınız. Bu sırada kendinizi de sorgulamanız olası tabi, orasını biz bilemeyiz.

Filmde konunun işlenişi dışında hoşuma giden oyunculuk fakat yarı yarıya diye de belirtmeliyim. Worthington’ın masum fakat saman altından su yürüten sopalık karakteri oldukça hoş ve korkutucu (düşmanımın başına). Canet’in doğru düzgün tanımadığı bir kadını delicesine isteyen fakat ayrı dünyalardan olduklarını da bal gibi bilen ümitsiz aşık karakteri de iyi yansıtılmış. Bunun dışında Knightley her zamanki gibi oynamış; aristokrat burjuva, ulaşılması zor şımarık ve zeki kadın; bu bakımdan bana oldukça yapmacık geldi. Yine Mendes’in karakteri oldukça abartı, resmen erkek peşinde koşan ve evli erkekleri baştan çıkarmanın kitabını baştan sona yazmış avcı amazon kılığında yarı deli bir kişilik sergilemiş. Eh istediğini de elde ediyor sonuçta.

Filmin sonundaki o sahne çok iyi düşünülmüş, o iki insanoğlunun birbirine bakışı; yaptın ama ben de yaptım! psikolojisi, gerçeklerin idrak edilirken vicdanların sızlayış anı; görülmeye değer.

Yine de tüm karakterler filmi ilginç kılmış, müsaitseniz sizi kolayca delirtebilirler. İzledikten sonra cebinizi elinize alarak özellikle bu gece de mesaiye kaldıysa “aşkım”ın numarasını çevirebilirsiniz, olmadı gidin ceketinde saç taraması yapın, gömleklerini filan koklayın. Ama tüm bunları yaptıktan sonra da çorap çekmecesine sakladığınız eski resimlere bakmayın.

Kıssadan hisse; bence izleyin. İlerde evlenirseniz filan lazım olur. Evliyseniz de başınızın çaresine bakın, ben mi dedim evlenin diye?


B.Kumbay / 08.09.2011

4 Eylül 2011 Pazar

Pirates Of The Caribbean


Korsanlar; savaşmaktan lime lime olmuş çalıntı zengin işi giysileri, kırık ve çürük altın kaplama dişleri, üzerinde tüylü ve kocaman şapkaların durduğu uzun ve karmakarışık saçlarla çevrelenmiş yüzleri, çoğu zaman tek bir göz, kancadan bir el ve tahtadan bir bacak; gözünüzün önüne bu görüntüler geliyor değil mi? Korsanlar genelde sevilmez, çocuklar korkunç yetişkinler vahşi bulur onları ama benim gibi Define Adası’nı okuyarak büyümüşseniz hele de sonradan Pirates Of The Caribbean serisini izlemişseniz işler tamamen değişir hatta çığırından çıkabilir. Farkına bile varmadan bir de balmışsınız ki korsanların hayranı oluvermişsiniz.

Karayip Korsanları ile maceram 2003 yılında başladı. O zamanlar her rolün altından kalkabilmesiyle ünlü Johnny Depp ile ilgili kafalarda “nasıl korsan olur” soruları dolanmaktaydı, yanında Yüzüklerin Efendisi’nin Legolas’ı Orlando Bloom’u esmer izleyecektik; Keira Knightley’i tanımıyorduk bile. Korsanlarla ilgili neredeyse 2.5 saatlik bir film hem de Disney yapımı, ya maceraya körlemesine dalacaktık ya da uzak kalacaktık. İlk seçeneğe yönelenler arasında idim, şanslıydım çünkü hayatımda izlediğim en iyi seriye dahil olmuş oldum.

Pirates of The Caribbean, şimdiye dek çekilmiş 4 filmi bulunan gerçek bir seri. Özellikle ilk 3 bölüm neredeyse değişmeyen oyuncuları, bir bütün halindeki senaryosu, yazar kadrosu ve yönetmeniyle birbirine bağlı bir film sayılabilir. İlk üç filmde değişen şey sadece ilk filmin kompozitörü Klaus Badelt’in devam filmlerinde bayrağı yine kendisi gibi usta Hans Zimmer’a devretmiş olmasıdır zira Hans Zimmer soundtrack’in ana temasına bağlı kalmış ve ortaya müthiş 3 adet albüm çıkarmıştır. Serinin son yani dördüncü filminde ise yazar ve senarist kadrosu değişmezken ilk üç filmin yönetmeni Gore Verbinski’nin koltuğuna Rob Marshall yerleşiyor ve oyuncu kadrosunun temelini oluşturan 4 kişiden ikisi kalıyor sadece; Johnny Depp ve Geoffrey Rush. Bu nedenle son filmin kurgusunda bir zayıflama var, zaten devam filmlerini izlemek zorken işler iyice zorlaşıyor gibi. Tabi bunda Johnny Depp’in inanılmaz karakteri “Kaptan” Jack Sparrow’u dengede tutan anti-Sparrow Will Turner’ın yokluğu kesinlikle en büyük etken. Bunun yanında film boyunca karnı burnunda olan Penelope Cruz’un ortada ördek gibi dolaşması, ördek gibi dolaşmadığı zamanlarda da yerine kardeşi Monica Cruz’un dublörlük yapmasının katkısı da yok değil. Usta oyuncu Ian McShane’in varlığı bile filmi yükseltememiş hatta Judi Dench’in 5 saniye görünmesi bile pek bir etki yapmıyor diyebilirim. Anlayacağınız son film Sparrow ve Barbossa arasında geçiyor. Sparrow her zamanki gibi fırıldak, Barbossa tabii ki kötü peki iyimiz nerde diye soruyorum kendime; masum denizkızımızı kurtarmaya çalışan rahip olabilir mi? Pek de olası görünmüyor. Dengeler eşit değil, karakterler zayıf kalmış, filmi Johnny Depp tek başına da götürebilir ama izlemek istediğimiz Jack Sparrow mu yoksa Karayip Korsanları mı işte asıl mesele bu.

Tüm seriyi 2 günde yeniden izlemiş bir Karayip Korsanları hayranı olarak henüz izlememiş veya izleyip de unutmuş olanlar için filmlerden kısaca bahsetmek boynumun borcudur.

Hikayenin başlangıcı olan Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl (2003) oldukça başarılı bir başlangıç filmi çünkü ilk 3 filmin ana karakterlerini derinlemesine gözler önüne seriyor. Filme Will Turner (Orlando Bloom)’ın henüz küçük bir çocukken Elizabeth Swann (Keira Knightley) ve babası tarafından bulunması ile başlangıç yapıyoruz. Elizabeth Will’in boynundaki korsan madalyonunu kimse görmesin diye çalar. Yıllar geçer, Elizabeth yakışıklı nişanlısı Amiral James Norrington (Jack Davenport) ile evlenmesine günler kala madalyonu takar ve yıllar boyunca sürmekte olan bir lanetin son halkası olduğunun farkında olmadan kendini Siyah İnci ve “arada kalmış” mürettebatının yanında buluverir. Bu arada Jack Sparrow (Johnny Depp) çıkan bir isyan sonrası Barbossa (Geoffrey Rush) tarafından çalınan Siyah İnci’nin peşindeyken korsanlık suçuyla hapisten kurtulmaya çalışmaktadır; Siyah İnci’nin saldırısı sonrası kaçırılan Elizabeth’in peşine düşen Will Turner ile bir olur fakat onun hedefi Siyah İnci’yi Barbossa’dan geri alabilmektir. Siyah İnci, peşlerinde Sparrow ve Turner, onların da peşlerinde Norrington ve kraliyet donanması olduğu halde Tortuga’ya doğru yola çıkarlar. Barbossa Turner soyundan geldiğini sandığı Elizabeth sayesinde Aztek Laneti’ni ortadan kaldırmaya çalışırken Jack Sparrow Siyah İnci’ye kavuşabilmek için taraf tutmaksızın elinden geleni ardına koymayacak, bu arada Will ve Elizabeth sonu pek de mutlu bitmeyecek aşk hikayelerine ilk adımı atmış olacaklar. Biz ise 143 dakika boyunca yer yer karakterlerin tanıtılması amaçlı yavaşlayan akışın yanında iyi efektler, harika müzikler ve çok iyi oyunculukla dolu ilk filmi sıkılmadan izliyor olacağız. Dörtlemenin ilk filmi olan Siyah İnci’nin Laneti serinin en sevdiğim ikinci filmidir, özellikle oyunculuk tartışılmaz derecede iyidir. İyi bir serinin iyi temeli niteliğinde iyi bir giriş filmidir.


Serinin ikinci filmi olan Pirates of the Caribbean: Dead Man’s Chest (2006), 3 yıl aradan sonra değişmeyen bir kadro, oturmuş karakterler, daha fazla macera ve daha iyi bir kurguyla karşımıza çıkıyor. İlk filmin sonunda birbirine kavuşan Will ve Elizabeth evlenmek üzereyken Amiral Cutler Beckett tarafından korsanlara yataklık etme suçundan hapsi boylarlar. Beckett tüm denizleri kontrolü altına almak istemektedir ve bunu yapabilmek için ihtiyacı olan şey de Jack Sparrow’un elindeki insanı hayatta en çok istediği şeye götüren bozuk pusuladır. Bu nedenle Will Turner’la özgürlükleri karşılığı pusulayı getirmesi koşuluyla antlaşma yapan Beckett’ın planları Will’in gitmesinin ardından kaçarak peşine düşen Elizabeth yüzünden sekteye uğrar. Bu arada Jack Sparrow ödenmemiş bir borcunun tahsilatı için peşine düşen Davy Jones’dan kaçmak için bir adaya sığınır, burada yerliler tarafından tanrı ilan edilerek yenmek üzereyken Will tarafından bulunarak kurtarılır. Buradan itibaren işler sarpa sarar; Sparrow kendine karşılık Davy Jones’a Will’i teklif eder, Will Uçan Hollandalı’da babasını bulur, onu kurtarabilmek uğruna kaçarak Sparrow’u Davy Jones’a teslim etmenin peşine düşer. Elizabeth eski nişanlısı peşinde olduğu halde Will’e kavuşmaya çalışmakta, Davy Jones Sparrow’un peşinde Kraken ile gemileri batırmakta, Will ise babasını kurtarmak için Sparrow’u ele geçirme planları yapmaktadır. Hepsinin tek bir ortak amacı vardır; Davy Jones’un Ölü Adamın Sandığı’ndaki kalbini ele geçirmek. Sandık bulunur ama kalp Norrington tarafından çalınır. Davy Jones’dan kaçamayacağını anlayan Siyah İnci mürettebatı gemiyi terk eder, Kraken’in gelmesine dakikalar kala Elizabeth Jack’i öperek onu direğe kelepçeler. Sadece öpme kısmını gören Will beyninden vurulmuşa döner, Kraken Jack’i gemiyle birlikte derin sulara çektiğinde Will ve mürettebat Tia Dalma’dan yardım isterler, Tia Dalma onlara Jack’in ardından Dünya’nın Sonu’na gitmeleri gerektiğini anlatarak onları yeni kaptanlarıyla tanıştırır; eski bir dost olan yeni kaptanları hayata döndürülen Barbossa’dır. Dörtlemenin ikinci filmi Ölü Adamın Sandığı favori filmimdir. Karakterlerin iyice oturduğu ve efektlerin inanılmaz olduğu konusu tartışmasız en iyi bölüm. Jack Sparrow’un dönekliği tavan yaparken Will Turner tüm gücüyle karşısına çıkıyor. Bir de ikisinin arasına Elizabeth Swann girince tadından izlenmiyor doğrusu. 151 dakika süren maceranın dozu hiç azalmıyor, Uçan Hollandalı ve mürettebatı hakikaten izlenmeye değer, Kraken ve gemileri kürdan gibi parçalaması ise anlatılmaz izlenir.

Serinin üçüncü filmi olan Pirates of the Caribbean: At World’s End (2007)’de adı üstünde bir yıl sonra kendimizi Jack’in peşinden Dünyanın Sonu’na gider vaziyette buluyoruz. Will Jack ve Elizabeth arasında bir şeyler olduğunu düşünmekte ve kahrolmaktadır, Elizabeth Jack’i ölümüne göndermenin vicdan azabını çekmektedir, bu halde Barbossa ve Tia Dalma önderliğinde Dünya’nın Sonuna giderler ve Siyah İnci ile Jack’i geri getirirler. Beckett ele geçirdiği Davy Jones’un kalbiyle tüm denizlere ve özellikle korsanlara kök söktürmektedir. Zaten karmakarışık olan işlerin içine Korsanlar Konseyi de girer ve Davy Jones ile Kraliyet Donanması’nın karşısında savaşmak veya Callipso’yu serbest bırakmak arasında seçim yapmaya çalışırlar. İşler buradan itibaren iyice sarpa sarar; kimin hangi tarafta olduğunu ayırt etmek neredeyse imkansız hale gelecektir özellikle Will babasını kurtarmak uğruna Davy Jones’un yerine geçmeyi bile göze alır nitekim olan olur; Davy Jones Will’i kalbinden yaralar, Jack çok istediği ölümsüzlüğü ve Uçan Hollandalı’yı Will’e devreder. Will babasını kurtarmıştır fakat Elizabeth’i kaybetmiştir, iki sevgili artık sadece on yılda bir gün bir araya gelebileceklerdir. İhanetin tavan yaptığı ve ana karakterlerin oyundan çıkarıldığı bölüm diyebileceğim Dünyanın Sonu serinin en sevdiğim üçüncü filmidir – gerçi son filmi saymıyorum yani üçüncü film benim için son filmdir de diyebilirim – özellikle kim ne tarafa geçti takip etmekte oldukça zorlanmama rağmen hiç sıkılmadan tam 169 dakika kendimi kaptırdığım bir kurguya sahiptir. Filmin en müthiş tarafı inanılmaz soundtrack albümüdür, diğer albümlerde olmayan bir hüzne ve ritme sahiptir öyle ki sürekli listemde olan ve devamlı dinlediğim tek ost’dir. Filmin sonunda Will Turner’ın ölmesi, ölümsüz olması ve hikayeden çıkması bir nevi serinin sonunun başlangıcı. Sparrow’un tek başına kalması ve dengelerin bozulmasının etkisi dördüncü filmde açıkça görülüyor.


Ve serinin dördüncü filmi Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides (2011), 4 yıl aradan sonra yönetmeni değişmiş ve oyuncu kadrosunun yarısını kaybetmiş bir şekilde geri dönüyor. Üçüncü filmin sonunda Jack tarafından çalınan Gençlik Pınarı’nın haritası üzerine kötü adamların, yine kötü adamların ve aralarında Jack’in macerasını izliyoruz. Jack elinde Gençlik Pınarı’nın haritası olduğu halde eski aşkı Angelica Teach (Cruz Kardeşler)’e rastlıyor. Angelica gemisine aldığı Sparrow’a yardım etme sözü veriyor ne var ki o ve babası Blackbeard (Ian McShane) da Gençlik Pınarı’nın peşindedir. Sparrow bir yandan Barbossa ve Siyah İnci’nin peşindeyken diğer taraftan Blackbeard ve kızı Angelica tarafından tutsak alınmıştır. Gençlik Pınarı’nda gençleşmek için denizkızı gözyaşlarına ihtiyaç vardır, sahneye insan yiyen vahşi denizkızları ve aşık bir rahip girer. Herkes birbirinin peşinde kovalamaca halindeyken Gençlik Pınarı’na varılır. İspanyollar tanrıya hakaret kabul ettikleri pınarı yerle bir etme çabasındayken Blackbeard kızının hayatını çalarak gençleşme sevdasına düşecektir. Tahmin edeceğiniz üzere serinin en az sevdiğim filmidir Gizemli Denizler’de. Kardeşlerinin aksine daha kısa, sadece 136 dakika sürmesine rağmen yer yer sıkılabileceğiniz bir film zira daha önce anlatmaya çalıştığım üzere Johnny Depp ve Geoffrey Rush işi iki tabanca götürmeye çalışıyorlar ve ortada iyi taraf olmayınca dengeler alt üst oluyor o kadar ki Barbossa tipik tahta korsan bacağıyla bana çok babacan göründü neredeyse “size iyi diyebilir miyim” diye boynuna sarılacaktım. Jack’de bir değişiklik yok, her zamanki gibi fırıldak olmasına rağmen kadın seçimlerinin de berbat olduğunun farkına bir kez daha varıyoruz. Filmin havasında bir İspanyol esintisi seziliyor, aynı şekilde soundtrack’in de tınılarında İspanyol tarzı mevcut. Finalde Jack, elinde şişe içindeki Siyah İnci ve günbatımı bize beşinci filmin yolda olabileceği sinyallerini verse de Will Turner hatta Elizabeth Swann olmaksızın bir Karayip Korsanları filminin yavan tadını nasıl giderebilirler bilemiyorum, buna ihtimal vermiyorum ama bir Karayip Korsanları ve Jack Sparrow hayranı olarak yine izlerim yine izlerim.

Bir anlat anlat bitiremediğim yazımın daha sona gelmişken “işin gücün yok mu da oturup saatlerce bunu yazdın” diyenlere karşı cevap hakkımı kullanıyorum. Bir film aşığı olarak izlediğim iyi yapımların karşılığını izlediklerimi kelimelere dökerek verme ihtiyacı hissediyorum. Bu yazdıklarımı Johnny Depp ve Orlando Bloom’la karşılıklı oturup saatlerce konuşmak istemezdim desem yalanların en büyüğü olacak lakin bu imkana sahip olmadığım için içimi her kimseniz size döküyorum. Bana yazımı okuma lütfunu göstermiş olduğunuz için teşekkürler, filmi izlemediyseniz de kesin izleyin, beni tanıyorsanız hiç şansınız yok zaten bir gün kesinlikle izleyeceksiniz. Kraken’den bile kaçabilirsiniz ama benden asla.


B.Kumbay / 04.09.2011

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...