28 Haziran 2009 Pazar

The Prestige



Bu yazı The Prestige hakkında tehlikeli derecede spoiler içermektedir.


Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz.


Bir insan ne kadar hırslı olabilir?

İnsan hayatı pahasına bildiği şeyde diretecek kadar?

En iyi olabilmek için etrafındaki kimseyi umursamayacak kadar?

Rakibinin sırrını öğrenebilmek uğruna hayatını ve servetini feda edecek kadar?

Suçsuz rakibini ölüme gönderecek kadar, yine rakibini gözünü kırpmadan öldürecek kadar?

Amacına ulaşabilmek için yarısını, ikiz kardeşini herkesten saklayarak ikili bir hayat yaşayacak kadar?

Amacına ulaşabilmek için her gün tekrar tekrar kendini öldürecek kadar?


İki meslektaş Robert Angier ve Alfred Borden sihirbaz olma aşkıyla yanıp tutuşan iki genç, yolları sihirbazlık maceralarının başlangıcında kesişiyor fakat bu başlangıç aynı zamanda birbirlerinden nefret etmelerinin ve hırsları uğruna ömür boyu birbirlerine çektirecekleri eziyetin de başlangıcı oluyor. Bir gösteride Alfred’in bilmeyerek yaptığı hata sonucu Angier’ın karısı ölüyor; bu ölümün ardından Profesör ve Büyük Danton adında iki muhteşem sihirbaz doğuyor.



Robert Angier doğuştan sihirbaz değil, diğer sihirbazların yaptığı numaraları üzerinde düşünerek bulabilen Angier ilk başlarda sihirbaz olmayı düşlerken karısının ölümüyle büyük bir boşluğa ve nefrete düşüyor. İllüzyon mekaniğinde usta olan mühendis Cutter’ın teklifiyle Büyük Danton olarak ortaya çıkan Angier, ezeli düşmanı Borden’ın çözülmesi imkânsız görünen ama bir o kadar da basit olan kaybolan adam adlı gösterisini çözmek uğruna tüm hayatını ve servetini harcayacak. Bunun iki nedeni var; Angier en iyi sihirbaz olmayı ve karısının intikamını almayı istiyor. Yıllarca Büyük Danton olarak bir servet kazanan, büyük başarı yakalayan, ismini tüm Dünya’da duyuran Angier’ın tek derdi Borden’ın numarasını çözebilmek. En sonunda bu sırrı çözemeyeceğini anlayan Angier dahi bilimadamı Nikola Tesla’dan yardım istiyor. Tesla Angier’a istediği şeyi veren bir makine yapmayı başarıyor, peki Angier istediğini elde edebiliyor mu?



Alfred Borden Robert Angier’dan farklı olarak doğuştan sihirbaz. En zor numaraları bile bir bakışta çözen Borden’ın tek derdi en iyi sihirbaz olabilmek. Evlenen, bir kızı olan, Profesör olarak mesleğinde iyi bir isim yapan Borden, dışarıdan göründüğü gibi mutlu ve huzurlu bir hayata sahip değil. Angier ile sürekli bir rekabet içinde olan Borden, Angier’ın karısının ölümündeki belirsizlik ve vicdan azabının yanında Angier’ın bir gösterisini sabote etmesiyle sol elinin parmaklarını kaybettikten sonra yıllar içinde Angier’a yaptıklarıyla aralarındaki nefret ateşini sürekli besliyor ve sonunda devasa bir yangına neden oluyor. Borden sonunda Angier’ı yeniyor peki istediğini elde edebiliyor mu?

Robert Angier’ın elde etmeyi istediği mükemmel kaybolan adam gösterisi nihayet onun oluyor; bedeli her kayboluşta içine giren cismi kopyalayan bir makine. Kopya her seferinde orjinali tarafından yok ediliyor peki Angier orjinali mi yoksa kopya mı, bunu kendi de bilmiyor ama her seferinde kopya olabilmenin korkusunu hissederek çıkıyor sahneye. Son gösteride orijinal ortaya çıkmayınca kopya ölürken yanında onu kurtarmaya çalışan Borden yakalanıyor, yargılanıyor ve asılarak ölüme mahkûm ediliyor.

Alfred Borden Angier’ın yokluğunda ününe ün katıyor, Angier’ın sırlarını çalması için yolladığı asistanı Olivia ile büyük aşk yaşarken Olivia’yı Angier’ı oyuna getirmek için de kullanıyor. Bu arada kendisini aldattığını ve hayatının sırrını öğrenen karısı Sarah’nın kendini öldürmesi ve Olivia’nın onu terk etmesinin yanında en muhteşem gösteriyle geri dönen Angier’ın ezici üstünlüğü altında Borden en büyük hatayı yapıyor ve yarısının; hayatını, karısını, mesleğini, başarısını, kızını ve Angier’a olan nefretini paylaştığı ikiz kardeşinin idam edilmesi ile bitiyor macerası.





Bir sihirbazlık gösterisi 3 bölümden oluşuyor. İlki “vaat” bölümü, sihirbaz size sıradan bir şey gösteriyor; bir kuş, bir insan ya da bir makine. İkinci bölüme “dönemeç” deniyor. Sihirbaz size gösterdiği olağan şeyi alıyor ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürüyor. Bir şeyi yok etmek yeterli değil, onu geri getirmeniz gerekiyor. İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üçüncü bir bölüm bulunuyor ve içlerinde en zoru olan bu son bölüme “prestij” deniyor.

Filmi de aynı bu şekilde izliyoruz. Vaat bölümünde aynı mesleği yapmak isteyen iki arkadaşı tanıyoruz, bir ölümle dönemece giren hayatlarını izliyoruz ve finalde prestij çıkıyor karşımıza;

“Angier Lord Caldlow olarak yanında velayetini üstlendiği Borden’in küçük kızıyla idam edilmeyi bekleyen Borden’i ziyarete gelir. Borden ölümünü izlediği ama kurtaramadığı Angier’ın sırrını çözemezken kendi sırrını Angier’a verir; Angier sırrın yazılı olduğu kağıdı yırtarak atar. Artık sırrı merak etmiyordur çünkü gerçek sihir nihayetinde onundur. Borden umudu tükenmiş olarak Fallon ile yani ikiz kardeşi ile vedalaşır, idam edilirken son sözü “Abrakadabra” olur. Angier makinasını diğer sırları arasında bir depoya saklarken karşısında Borden’ı bulur. O anda iki eski arkadaşın tüm sırları açığa çıkar; Borden’ın silahıyla vurulan Angier, öldürdüğü “kendi”leriyle ve hayatı kopyalayan makinasıyla birlikte büyük bir yangında yok olur; yıllar önce yakılmış bir ateşin yangınıyla.



The Prestige, yazının uzunluğundan da tahmin edeceğiniz gibi beni en çok etkileyen filmler arasındadır. IQ’su yüksek senaryosu, karmaşık ve akıcı kurgusu, renkleri, müzikleri, yönetmeni ve oyuncularıyla mükemmele yakın bir filmdir The Prestige. Karakterlerin detaylı anlatımı, film boyunca var olan ve hiçbir ipucu vermeyen sırlar ile sizi kendine esir ediyor. Filmin özellikle “prestij” kısmı gerçekten vurucu, Hugh Jackman, Christian Bale, Michael Caine ve David Bowie ile gerçek bir oyuncu şöleni. Hugh Jackman’ın her gün kendini öldüren Angier karakteri, Christian Bale’in hırsı uğruna ikili hayat yaşayan Borden karakteri, Michael Caine’in filmi ve olayların özünü anlatan Cutter karakteri unutulmazlar arasına girecek cinsten. Yönetmen Christopher Nolan zaten tartışılmaz. Müzikler David Julyan’a ait, filmin o eski, koyu, ümitsiz ve üzücü atmosferini insana gerçek anlamda yaşatıyor.

The Prestige izlenmesi gereken bir film – ki eğer izlemediyseniz emin olun çok şey kaçırıyorsunuz – hatta bir kere izlemek de yeterli değil, “Prestij” i anlayabilmek için yakından bakmak gerekiyor.

Son olarak bu uzun yazıyı okuma sabrını gösterdiyseniz teşekkür ediyor ve The Prestige’i mutlaka izleyiniz diyorum.

B.Kumbay

21 Haziran 2009 Pazar

Blaze



Blaze, kötü başlayan, acılarla geçen ve olabilecek en kötü şekilde biten bir hayatı; Clayton Blaisdell'in hayatını anlatan bir kısa roman. Clayton oldukça akıllı bir çocukken babasının onu merdivenlerden yuvarlaması ile dünyası kararıyor, o artık aklı gelişemeyecek hep çocuk kalacak fakat kötü yollardan para kazanacak bir insan. Çocukluğu acılar içinde yetimhanede, ıslahevinde ve çalışma kamplarında geçen Blaze sonun başlangıcına arkadaşım dediği George ile tanışınca erişiyor. Onu olduğu gibi kabul edip onu sonuna kadar kullanan George ile geçen dolandırıcılık yıllarından sonra George'un ölmesiyle elinde George ile son yaptıkları bebek kaçırma planı, çalıntı bir araba ve George'un hayaleti kalıyor.

Blaze bana ilk sayfasından itibaren Fareler ve İnsanlar'ı anımsatan acıklı bir hikaye. Belki de sonunun bu şekilde biteceğini bilmem yüzünden yaklaşık 3 aydır bitiremediğim Blaze, ruh halimin yetersiz olması sebebiyle anca bugün bitti. İnsan kötü hissederken okuduğu veya izlediği şeylerle de kötü hissetmek istemiyor. Yine de kitabın ortalarda dolaşmasından rahatsız olduğum için bitirdim ve kütüphanemdeki arkadaşlarının yanına yolladım kendisini.

İlginçtir hikaye bitmesini istediğim gibi bitti, Blaze her ne kadar sevmem ve tarafını tutmam gereken bir karakter idiyse de ben bebeğin kurtulmasını, Blaze'in ölmesini istedim. Blaze kendi başına bu dünya'da tutunamazdı, ölüm onun için en iyisi olur diye düşündüm. Kitabı okurken ki ruh halimin nasıl olduğunu da buradan anlayabilirsiniz.

Blaze, "Stephen King okuyorsun peki korkmuyor musun?" diye soran patronumun elimde görüp de soruyu sorduğu kitaptı, kendisine cevabım "Stephen King okuyorum ve gerçeklerle bir kez daha karşı karşıya geliyorum, bir kez daha üzülüyorum" dur.

Kitabın sonunda Duma Key'in taslak hikayesinin olması çok güzel, harika bir romanın başlangıcını okudum ve aynı şeyleri hissettim; özellikle Gandalf'ın öldüğü yerlerde.

Bir kez daha teşekkür ediyorum sayın King'e, bu sefer dünyasının karlı yollarında dolaşmama izin verdiği için.

B.Kumbay

Angels & Demons



İnsan 140 dakika aklına başka hiçbir şey gelmeden ve kıpırdamadan başka bir dünyada bulunabilir mi? Bulunabilirmiş; Angels & Demons'ı izlerken bizzat bulundum.

Öncelikle; kitabı (yarısı normal yarısı özel basım olmak üzere) 3 günde hatim etmiş, her mekanı internette araştırmış biriyim. Balık hafızam bu sefer bana kıyak geçmiş oldu; kitabın çoğu yerini çöldeki seraplar misali hayal meyal hatırladım izlerken (Anduril'in çığlık attığı Galileo'nun kitabının yırtılma sahnesi hariç; orayı hatırlayacağım tuttu). Yine de o hayal meyal hatırladıklarımla inanılmaz bir görsel uyum vardı; çeşme bölümü hariç ben orayı tamamen farklı hatırlıyorum okuyup bakmak lazım. Bir de Cern sahneleri kısa geldi bana her ne kadar gerizekalı bir eleştirmen "çok sıkıcı, uzun ve anlaşılmaz sahnelerdi" dese de, beyinsiz.

Dan Brown'ın Angels & Demons heykeli; kanlı canlı bir insan olarak çıktı karşıma. Şimdiye kadar izlediğim en iyi uyarlamalardan biriydi. Kitap da okuduğum en iyi Dan Brown kitabıdır (okuduğum en harika kitaplardandır); Da Vinci Şifresi beni bu kadar etkilememişti hem kitap hem film olarak.

Filme gelirsek; hangi bir yönünü anlatayım ki! Oyunculuk 10 üzerinden 20, müzikleri yaklaşık 1 aydır sürekli dinliyorum inanılmaz; Hans Zimmer'ın en iyi yapıtlarından biri. Kurgu harikaydı; kesinlikle sıkılmadım. Heyecan hep üst limitlerdeydi. Kitabı okumamış biri katil kim asla anlayamazdı (Anduril söylemese ben de anlamayacaktım). Özellikle Tanrı Maddesi'nin patlama sahnesi inanılmazdı; efektler de çok iyiydi, geriye de bir şey kalmıyor sanırsam.

Angels & Demons için "keşke şurası şöyle olsaydı" diyebileceğim hiç bir nokta yok. Anca "keşke daha uzun olsaydı" diyebilirim.

Oyunculuk konusunda Tom Hanks tartışılmaz fakat Ewan McGregor bu filmde Tom Hanks'i bir karış geçiyor benim için; hakikaten hastasıyım. Masum yüzlü kötü karakterini her zaman harika oynar ama burda muhteşemdi. Vittoria Vetra karakterinin tanınmayan bir oyuncu tarafından canlandırılması bence isabet olmuş; hem gerçekçiliği artırmışlar hem de olması gereken Hanks - McGregor odaklanmasını sağlamışlar.

Sanatsal değil, saçma, popüler oyuncuların oynadığı boş bir film, anlaşılmaz, zart zurt diyenleri çok olacaktır ama sinema benim için bu dünyada yaşadığımı unutmaktır dolayısıyla Angels & Demons özellikle bilim, din ve sanatın muhteşem uyumuyla inanılmaz bir film benim için. Eminim Dan Brown bayılmıştır ve yine eminim ki ne kadar şanslı olduğunun farkındadır; yazdığı dünyanın gerçeğe dönüştüğünü görebildiği için. Kesinlikle sinemada izlenmesi gereken bir film; keşke dublaj yapmasaydık ama orjinalini edinip defalarca izleyeceğim için sorun yapmıyorum bu durumu.

Ohh bee işte film dediğin budur!

B.Kumbay

Knowing



Dünyanın sonunun ne zaman geleceğini bilseniz ve kimse size inanmasa ne yapardınız? Lucinda Embry sonraki 50 yıl içinde olacak felaketlerle birlikte dünyanın sonunu da bir kağıda yazıyor, okulunun zaman kapsülüne koyuyor ve gelecek kuşaklara bu yolla iletiyor kıyamet gününü.

Peki ne için? diye sorabilirsiniz, sorunun cevabı tamamen sizin yorumunuza kalmış.

Knowing'in bu kadar iyi bir film olduğunu tahmin etmemiştim. Bilimkurgu gerilim tarzının güzel örneklerinden biri olan filmde biraz Shalayaman tarzı var gibi. Olaylar ilk yarıdan sonra hızlanıyor bu bakımdan filmin ilk yarısında (en azından uçak kazasına kadar olan kısımda) biraz sıkılabilirsiniz ama bu sıkıntınız ikinci yarıda kesinlikle sona eriyor. Film aslında özgün bir senaryoya sahip değil; dünyanın sonu gelmiştir, bunu haber veren birileri var ve bunu engellemeye çalışan bir Amerikan babası mevcut (bu yönden baktığımızda War of The Worlds'ü de andırıyor The Signs'ı da). İnsanlar panik içinde kaçışıyor, felaketler olmaya devam ediyor. Fakatt Knowing yine de klişe bir film değil. Klişe olmayan kısmı özellikle sonu - ki spoiler olmaması açısından sonu uyarılı kısımda anlatacağım - ve bu yüzden izlerken gayet zevk alarak izlediğim bir film oldu.

Filmin yönetmeni Alex Proyas sevdiğim yönetmenlerden biri. I, Robot ve Dark City bayıldığım filmlerdir. Knowing'de de güzel bir iş çıkarmış yalnız dediğim gibi filmin ilk yarısı biraz monoton ve karakterler sanki ağır çekimde oynuyor; gerçi bu olaylara gerçekçilik katmış ama "hadi hadi hadi" diyorsunuz izlerken.

Oyuncular konusunda pek bir şey söyleyemeyeceğim çünkü pek dikkat edemedim :=) Nicholas Cage'i sevmem ama özellikle filmin sonunda beni mahvetti. Oğlunu oynayan minik de çok tatlıydı ve iyi oynamış yani oyunculuk iyi filmde.

Filmin müzikleri Marco Beltrami'ye ait, Beltrami'nin o karamsar tarzı sonuna kadar kendini gösteriyor ve filmle güzel uyum sağlıyor. Filmde 2 kere duyulan bir müzik daha var ki; The Fall'un başlangıç jeneriğinden beri ne zaman duysam gözlerimin dolduğu Beethoven'ın 7. semfonisinden Allegretto. Filme çok yakışmış, inanılmaz bir parça.

Knowing'in beni en çok etkileyen yanı efektleri oldu. Özellikle uçak kazası, metro kazası ve tabii ki son sahne muhteşemdi.

Buradan sonrasını filmi izlemek isteyenler lütfen okumasın.

---------------------------------------------------------------------------

Knowing aslında aklımda soru işaretleri bırakan bir film oldu. Öncelikle kıyamete kadar olacak 50 yıllık felaketler Lucinda'ya fısıldandı. Lucinda bunları yazdı ve 50 yıllık zaman kapsülüğne koydu buraya kadar tamam ama madem kıyametin kopması engellenemeyecekti neden?? Peki fısıldayanlar ne idi, uzaylı olmadıklarından eminim ben bence kesinlikle melektiler zaten son sahnelerde kanatları vardı üstelik sarışındılar bu da melek olma olasılıklarını kuvvetlendiriyor :=)

Gelelim filmin sonuna, adı üstünde Knowing, kıyametin kopacağını bilmek kopmasını engelleyemiyor. John en azından oğlunun kurtulabilmesi için onu meleklere teslim ediyor ve sonunu beklemek üzere ailesinin yanına gidiyor. Özellikle teslim sahnesinde ben çok üzüldüm yahu, içime oturdu. Keşke adamcağız da oğluyla gidebilseydi :=(

Dünya'dan canlı ve çocuk örnekleri alarak uzaklaşan barışçıl yaratıklar (bkz. The Day the Earth Stood Still) da bize tanıdık geliyor ama tekrar ediyorum bence melekti onlar.

Peki Caleb ve Abby nereye götürüldüler? Muhtemelen Adem ve Havva ilk nereye götürüldülerse oraya. Elma ağacı bile duruyordu ne yerler ne içerler bilemiycem artık.

----------------------------------------------------------------------

Knowing türü sevenlerin izlemesi gereken dikkate değer bir yapım. Özellikle "ne olacak bu dünya'nın hali" moduna girdiyseniz kapatın ışıkları, sesi de açın ve izleyin, bakalım ne olabilirmiş bu dünya'nın hali - ki ozonu yok etmeye devam edersek aynen böyle olacak bu dünyanın hali - .

B.Kumbay

14 Haziran 2009 Pazar

Terminator Salvation



İlk Söz: Kesinlikle hüsrana uğramadım, beklentilerimi sonuna kadar karşılayan bir film izledim.

Öncelikle; ben bir terminatör hayranı değilim, Bale olmasa bu filmi sinemada kesinlikle izlemezdim fakat serinin her filmini (ilkini 3'den fazla kez) ve diziyi izlemiş bir terminatör izleyicisiyim belirtmek isterim.

Terminator Salvation serinin diğer bölümlerinden farklı olarak bizi geleceğe götürüyor; John Connor efsanesi henüz efsane değilken tanıyoruz Connor'ı. Çocukluğundan beri peşindeki terminatörlerden kaçmaktan yılmış, annesinin kendine bıraktığı kasetleri dinleyerek makinalarla olan savaşta ön saflarda yer almak isteyen genç Connor, direnişin önde gelenlerinden. Fakat merkez'dekiler tarafından düşündükleri ve yaptıkları tasvip edilmiyor; insanoğlunun makinalar ile ilgili çok başka planları var. Connor ise başka bir şeyin peşinde; Sky Net'in öldürülecekler listesinde 2. sırada olan John, 1. sıradaki babası Kyle Reese'i kurtararak onu geçmişe, annesine, mutlak ölüme göndermek zorunda yoksa John Connor diye biri var olamayacak.

Filmin kurgusu ve senaryo hakkında çok ciddi olumsuz eleştiriler okudum; bazı yerlerde James Cameron'ın Terminatör'ü ile alakası olmayan basit bir film olarak nitelendirilmiş. Bu eleştirilere kesinlikle katılmıyorum. Filmde bazı mantıksızlıklar olduğunu kabul ediyorum (özellikle mantarsı nükleer bomba bulutlarından kaçışlarla ilgili) fakat filmdeki aksiyon dozunun gayet yerinde olduğunu düşünüyorum. Ben bugün sinemada gayet heyecanlı ve sürükleyici bir film izledim.

Terminator Salvation'da bir Marcus etkisi vardı ki bir BattleStar Galactica hayranına gayet klişe gelse de (Terminator serisi BattleStar Galactica'dan esinlenmiştir burada belirtmekte fayda var) John ve Marcus arasındaki ilişki filmde çok etkileyici bir şekilde işlenmiş. Marcus idam edilen bir suçlu, 2003 yılında zehirli iğne ile idam edilen Marcus gözlerini 2018'de açtığında Kıyamet Günü çoktan geçmiş. Marcus her zaman için kendini insan olarak görüyor ama o aslında John Connor'ı tuzağa çekmek için yapılmış bir hibrit; biyolojik bir makina, kalbi ve beyni olan bir metal yığını. Yine de Marcus her şeyi anladıktan sonra dahi John'a yardım etmek için kendini feda ediyor hatta etkileyiciliği tartışmalı olan son'da kalbini John'a vererek bunu gerçek anlamda yapıyor. Marcus'la ilk sahnede gördüğümüz Dr. Serena Kogan'ın da son sahnelerde tekrar görünmesi etkileyici yine klişe fakat yine etkileyici.

Vee Arnoldsuz Terminator olmaz diyenler için Arnold da karşımıza dikiliveriyor. Çocukken John'u öldürmeye çalışan, delikanlı iken dünyayı kurtarmasına yardım eden T-600 Arnold bu kez yine John'u öldürmenin peşinde, Belki Terminator 5'de yine kanka olurlar kim bilir.

Yönetmen konusunda detaylı olarak konuşabilecek bilgiye sahip değilim fakat Cameron olsun isterdim, yine de McG için çok kötüydü diyemem.

Müzikler Danny Elfman'a ait, Danny Elfman'ın yumuşak ve etkileyici bir tarzı vardır; bu filme biraz daha John Williams ya da Steve Jablonsky tarzı giderdi diye düşünsem de Danny Elfman olması iyi olmuş diyorum, yaklaşık 1 aydır severek dinliyorum ost'yi.



Vee gelelim oyunculara; Christian Bale çekimlerde kendini fazla kaptırdı, etrafındakileri terminatör gibi ezdi geçti söylentilerinin doğru olduğunu düşünmekteyim. Bale yine kendini o kadar vermiş ki rolüne, adamın gözlerine baktığınızda "aa John Connor" diyebilirsiniz. Bale'in sert bir tarzı var ama her zaman karakterin size hissettirmesi gerekenleri sonuna kadar hissettiriyor. Burda da John Connor'ın o "anamın karnındayken bile peşimde terminatörler vardı, çocukluğum kaçarak ve savaşarak geçti, evliyim bebeğim olacak hala dünyayı kurtaracak olan benim çünkü annem öyle söyledi " ruh halini bizzat yansıtmış hatta daha fazlası var; görebilenlere. Bu yüzden Christian Bale muhteşemdi diyorum, ama yine uyuzum yine uyuzum yani.

John Connor'ı Bale oynamasaydı filmin yıldızı olacak karakter Marcus Wright'ı canlandıran Sam Worthington da gayet iyiydi, Bale ile sette takıştılar mı bilmiyorum ama çok iyi bir ikili olmuşlar hatta ben Marcus için çok dövündüm aman da bir şey olmasın diye üstelik ben bir BattleStar Galactica fanıyım, bu işleri iyi bilirim (anlayan anladı).

Helena Bonham Carter filme kesinlikle tarz katmış, kadının varlığı yetiyor eğer o oynamasa Dr. Serena Kogan karakteri hiç bir özelliği olmayan basit bir yan rol karakteri olurdu.

Kate Connor rolünde izlediğimiz Bryce Dallas Howard filme pek etkisi olmayan yan rollerden birindeydi, sanırım 5. filmde John Connor Jr. ile daha yoğun bir rol sahibi olacak. Aslında acaba filmin sonunda ölse miydi de John Connor daha bir delirse miydi? Hımm terminatör'den de kötüyüm yahu.

Ve Kyle Reese'i oynayan Anton Yelchin. İlk filmde Kyle Reese olarak izlediğimiz Michael Biehn'in yanında ciddi anlamda çocuk gibi kalıyor Yelchin. Oyunculuğunu beğeniyorum ama sanki daha büyük bir oyuncu mu bulsalardı? diye düşündüm, hala da düşünmekteyim.

Filmde Linda Hamilton'ın sesinin duyulması ve resminin görünmesi bütünlük açısından çok güzel detaylardı.

5. Terminatör'ün gelmesi 2012'yi bulacak gibi gözüküyor. Christian Bale yine John Connor rolü ile çıkacak karşımıza. Her ne kadar Bale için izlemek istesem de bir serinin bu kadar sakız gibi uzaması taraftarı değilim. Nitekim 2 sezon boyunca izlediğimiz dizisini de sayarsak Terminator Hollywood'un vazgeçilemeyecek yapımlarından biri olmuştur ve biz daha çook Terminator izleriz diye düşünüyorum.

Son Söz: Battlestar Galactica'dan başlayarak Terminatör'e uzanan, Eagle Eye, Matrix ve Echelon Conspiracy gibi filmlerle ve dizilerle desteklenen "insanlığın sonu makinalar tarafından getirilecektir" hipotezi bir gün gerçekleşirse; ben o günü görmek istemiyorum kardeşim.



Not: Film yapım aşamasında iken C.Bale'e Marcus rolü teklif edilir, Bale "ben Connor olacağım" deyince John Connor'ın rolü genişletilir ve Sam Worthington Marcus olur. Şimdiye kadar hep terminatörler tanınmış oyunculardır; Bale inadı ile döngüyü kırar, artık insanoğlunun makinalar karşısında üstünlüğü vardır.

B.Kumbay

Apple Airtag ile Kedi Takibi

  Özellikle yaşadığımız 6 Şubat depremi sonrası, dostlarımızın ve çocuklarımızın kaybolma riskini ortadan kaldırmak bir ihtiyaçtan öte gerek...